Latin Amerika’nın başkanlıkla imtihanı
Ertan Erol, Latin Amerika ülkelerinde ‘sağdan’ ya da ‘soldan’ gelen başkanları ve başkanlık sisteminin kıta üzerindeki etkilerini yazdı.
Ertan EROL
Latin Amerika’nın en uzun yüzyıllarından biri olan 19. yüzyıl aslında iki temel sınıf arasındaki bir mücadeleye sahne olmuştur denilebilir. Bir yanda sömürge döneminde neofeodal sistemin olgunlaşmasıyla güç kazanmış toprak sahipleri ile hem toprağa hem de finansal güce sahip olan kilisenin temsil ettiği muhafazakarlık, diğer yanda ise kökenleri İspanya’ya dayanmakta olsa da yenidünyada doğmuş olan ve kendisini bu yenidünyadan hisseden kreolelerin başını çektiği ve temel itici gücünü ticaret burjuvazisinin oluşturduğu kentlilerin savunduğu liberal akımların yer aldığı bir yüzyıl karşımıza çıkmaktadır. Hiç şüphesiz, bağımsızlık sonrası dönemde kıtanın farklı yerlerinde bu iki temel sınıfın -yani toprak sahipleri ile yeni serpilmekte olan burjuvazinin- mücadelesi kendini farklı biçimlerde göstermiş, monarşizm ile cumhuriyetçilik, federalizm ile merkezi yönetim gibi hatlar temel ayrışma akslarını oluşturmuştur.
Yüzyılın sonuna gelindiğinde Latin Amerika’da politik otoritenin kurumsal ve düzenli bir biçimde devri tam olarak olgunlaşmamış olsa bile sistemin temel hatları tüm kıta için belirli ölçüde oluşmuştur. Bu hatlar monarşi yerine cumhuriyetin ve birbirinden farklılıklar gösterse de genelde federal ve yasamanın kongre ve senato arasında bölüştürüldüğü, yürütmenin ise görece daha kuvvetli bir biçimde başkanda toplandığı bir sistem düzenlenmiştir.
Bu sistemin yarattığı temel iki sorun, yürütmenin süresi geldiğinde yetkisini devretmesi ve yürütmeye atfedilen geniş çapta ve sorumluluk dışında tutulan yetkilerin yaratabildiği çatışma ortamı olarak görülebilir. Sistemi sağlıklı kılacak esas yapının güçlü bir kurumsal geçmiş olduğu açıktır. İlk olarak teoride, senato ve kongre gelecek dönemde yürütmeye talip olan partilerin kendi seçim bölgelerine doğrudan hesap veren temsilcilerinden oluştuğu için yürütme ile kendi ilkeleri bağlamında bir ilişki biçimi kurmakta, yeniden seçilmeme ilkesi ise tekil siyasi kişiliklerin parti kurumunun önüne geçmesine engel olmaktadır. Bu bağlamda uzun dönemli (5-6 yıl) başkanlıklarda yeniden seçilmeme ya da kısa dönemli (4 yıl) başkanlıklarda 2 dönemden sonra tekrar aday olamama ilkesi önemli bir ilke olarak ortaya çıkmıştır. İkinci sorun ise önemli yetkilerle donatılmış yürütmenin seçilmesi sürecinde sıkça ortaya çıkan temsiliyet ve meşruiyet krizleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her iki sorun da 20. yüzyıl boyunca Latin Amerika’da demokratik düzenin olgunlaşmasına engel olan iki temel haline gelmiştir. Yaklaşık kırk senelik iktidarından sonra tekrar başkan seçilmek isteyen Porfirio Díaz’ın 1911’de devrilmesinden sonra sistemin kurumsallaştığı Meksika dışında tüm Latin Amerika ülkelerinde bu süreç neredeyse tüm yüzyıl boyunca sürmüştür. Ya Şili, Arjantin, Bolivya, Brezilya gibi ülkelerde demokratik yollarla seçilmiş hükümetler askeri darbeler ile ortadan kaldırılmış ve yönetimi cuntalar ele geçirmiş ya da Paraguay’da Alfredo Stroessner örneğinde olduğu gibi diktatörler defalarca seçilmeyi başarmışlardır -1954’ten 1989’a kadar sekiz defa.
Günümüze en yakın örneklerden biri ise hiç şüphesiz Alberto Fujimori başkanlığındaki Peru olmuştur. Fujimori 1990’da başkan seçilmesinden sonra ülke ekonomisinin ve güvenliğinin kontrol edilemez hale gelmesi ile yürütmenin neoliberal yeniden yapılandırılma planlarına engel olan kongreyi 1992’de feshetmiş, 1993’te de yüzde 52 ile kabul edilen ve yürütmeyi özellikle ekonomi yönetiminde daha bağımsız kılan anayasa değişikliği gerçekleştirmiştir. Fujimori 2000’e kadar görevde kalmayı başarmışsa da 3’üncü defa kazandığı seçimlerden sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
Sistemin en önemli ilkesi olan yeniden seçilememezlik ilkesinin bugün halen tam olarak kıtanın tamamında olgunlaşmış olduğunu söylemek mümkün değildir. Bolivya’da yeniden seçilmeyi mümkün kılan referandum değişikliği 2016’da reddedilmiş olsa bile Venezuela’da 2009’da kabul edilmiştir. Bu durum Venezuela’daki mevcut politik kriz ve kutuplaşma ortamına önemli ölçüde etki eden unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tüm bunlar değerlendirildiğinde başkanlık sisteminin Latin Amerika serüvenini bir başarı öyküsü olarak sunmak mümkün görünmüyor. Geçtiğimiz yüzyılın acı deneyimleri sonucunda elde edilen kazanımların ise ne kadar kurumsallaştığı tartışma konusudur. Sistemin bölgedeki en istikrarlı örneği olarak gösterilen Meksika’nın dahi federal ve eyalet düzeyinde toptan bir meşruiyet bunalımı ile karşı karşıya kaldığı, ilerici olarak görülen iktidarların vaatlerini yerine getirememesine ek olarak ekonomik krizlerin derinleşmesi ile Arjantin ve Brezilya’daki gibi gerici akımların ele geçirdikleri iktidarları tutmakta zorlandıkları ve siyasal krizin derinleştiği bir durumdan bahsetmek ise daha uygundur. Bu bağlamda, ülkemizde başkanlık sistemi değerlendirilirken bize sosyoekonomik anlamda en yakın olan Latin Amerika’nın buhranlı deneyimlerini anlamak ve bu süreçlerin sonunda kısmen olgunlaşan sistemin karşı karşıya bulunduğu kırılganlık ve belirsizliğin temel kurumsal hatlarını belirlemek önemli bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır.