Bu ne cinsiyetçilik yahu!
Erkek Parkı oyunu vesilesiyle “yerli ve milli tiyatronun” ne kadar da cinsiyetçi, ne kadar da bayağı olduğunu görmüş bulunduk.
Funda Yeliz ALATAŞ
Tam zamanlı çalışan insanlar olarak çok sık tiyatroya gidemiyoruz. Vaktimiz olduğunda paramız olmuyor, paramızın yettiği oyuna bilet kalmıyor. Epeydir gerek devlet gerek özel tiyatroların programlarını hüzünlü gözlerle takip etmekteydim. Nihayet 21 Ocak Cumartesi gündüz saatlerinde internetten baktığımda ‘Erkek Parkı’ adlı oyuna yer vardı ama konusu çok ilgimi çekmediği için tereddüt edip o esnada bilet almadım. Aynı günün akşamında Taksim’e yolum düştü ve Küçük Sahne gişesinden oyunlara bir daha baktım. Zaman ve ücret olarak uygun olan tek oyun olduğu için “Ne kadar kötü olabilir ki?” diye düşünerek oyuna iki kişilik bilet aldım. Oyunun adından ve bir gün öncesinde baktığım konusundan yola çıkarak bir miktar cinsiyetçi içerik bekliyordum zaten. Fakat perde arasında çıkmayayım diye, ikinci perdede de ‘Yeteeer’ diye çığlık atmayayım diye yanımdaki arkadaşım tarafından durduruldum.
İstanbul Devlet Tiyatrolarının bu sezon sahneye koyduğu, geçtiğimiz yıllarda farklı şehirlerde ve tiyatrolarda da sahnelenen Kristof Magnusson imzalı bu oyun, eşlerinin alışveriş yapmalarından bunalan dört erkeğin bir AVM’nin bodrum katında kendilerine özel bir alan düzenleyip burada vakit geçirmelerini anlatıyor. Daha açılış sahnesinde 4 erkek karakterden biri olan Helmut’un poposunu o kadar uzun bir süre gördük ki, üniversite yıllarımdaki amatör tiyatro eğitiminde verilen “İzleyiciye kıçınızı dönmeyin” kuralı yerle bir oldu. Hadi benim yine de Helmut’un kıçını, ya da ezberi vs sebeplerden oyunculuğunu eleştirmek haddime değil diyeyim. Karakter isimlerinden Alman menşeili olduğunu anladığımız bu oyun Türk tiyatro sahnesine bu kadar mı kötü uyarlanır? Hadi bu soruyu da haddime değil diyerek es geçeyim...
VICIK VICIK “KADINLIK” PARODİSİ
Helmut, Lars, Mario ve Eröl adlı dört erkeğin, haftada bir gün olduğunu anladığımız eşleri ile birlikte çıktıkları alışveriş turundan beşinci saatin sonunda kaçarak kendi deyimleriyle sığındıkları bu AVM deposunda sadece pizza, bira ve futbol maçı keyfi yaşama arzusu kadar basit bir istekleri olmadığı oyunun ilerleyen sahnelerinde görülebiliyor. Sadece adı geçen, kendilerini ha geldi ha gelecek diye beklediğimiz fakat gelemeyen kadınlar ise en azından bu sefer ‘Kadının adı yok’ dedirtmiyor. Bu dört erkeğimizin dördü de bir kere yalancı. Pilot olan Helmut karakteri eşine psikolojik sorunları olduğunu ve kaçtığı zamanlarda terapide olduğunu söylüyor. Terapide konuşulan terapide kalacağı için de eşimiz sorgulamıyor ve hatta şefkatin dozu artıyor. Bununla alakalı da bir güzel makara geçiyor beylerimiz.
Lars beyimiz ise çok önemli bir iş adamı ve Japonlarla saat farkından dolayı sürekli vakitsiz telefon görüşmeleri yapıyor. Eşi aradığında cehennem müzikleri çalan telefon, sözde Japonlar aradığında çiçekler açıyor. Lars’ın Japonlarla toplantı yapmadığını, internet üzerinden başka kadınlarla flörtleştiğini bu vesileyle öğreniyoruz. Hamile olan ve intiharın eşiğine gelen eşinin araması üzerine beylerimiz erkek dayanışmasını esirgemeyip Japon taklidi yapıyorlar ve bunun da bir güzel dalgası geçiliyor.
Eröl ise açık bir ilişki yaşadığını ve kimsenin kimseyi sorgulamadığını söylüyor. Gruba son katılan itfaiye görevlisi Mario ise pek bir hayat kurtarma heveslisi ve eşinin bu heyecanı paylaşmamasından ötürü pek mutsuz. Lars’ın eşinin hemşire olduğunu öğrendiğinde ise içten içe ona hayranlık besliyor ve olaylar çözülmeye başlıyor.
Sonraki sahnelerde erkeklik yarışmasına dönüşen oyunda kaybeden olmama hırsına eşler oyuncak ediliyor. Ne kadar çabalasalar da önce evlerinden kovulan beylerimiz birer birer işlerinden de oluyorlar ve AVM deposunda gecelemeye de başlıyorlar. Bu esnada Lars’ın kısır olduğunu ve hatta çocuğun babasının da Eröl olduğunu öğreniyoruz. Her telefon görüşmesinde kendisini tanıtırken boyunu beşer santim uzatıp kilosunu beşer santim düşüren çapkın Lars ise Eröl’ün eşi ile çoktan birliktelik yaşamış fakat ‘Seennn benim Helgamlaa!’ diyerek kendi başına geleni erkeklik gururuna yediremiyor. Tam da bu sahnede hoplatmalı zıplatmalı erotizmin ötesinde çirkinlikleri gördüğüm an ise çığlık atmak istediğim an oldu. İşin en fena yanı ise perde arasında çıkanlar olsa da yarıdan fazlası dolu olan salonun bu sahnelere kahkahalarla gülüyor olmasıydı. Sanırım tek rahatsızlık duyan ben ve oyunu birlikte izlediğim arkadaşımdık. Oyun bittiğinde ayakta alkışlayan birkaçı da kadın olan kişiyi de ben ayakta alkışlamak istedim açıkçası.
KADINLAR ÜSTÜNE AHKAM KESMEYİN BEYLER
Özetle bu oyun;
Alışveriş yapmak kapitalizmin her bireye dayattığı bir durumken, sadece kadınlar alışveriş yapıyormuş ve sadece keyfine para harcamak için yapılıyormuş izlenimi vermesiyle,
‘Yalan, dedikodu, aldatma, hırs’ gibi kadınlara atfedilen her türlü özelliği barındırdığı erkekleriyle,
Mübalağayı da kaba etinden ele alıp erotizm ile kaba cinselliği, cinsiyetçiliği ve seksizmi en bayağı haliyle işlemesiyle,
Hiç kadın karakter olmadan kadınlar üzerine bu kadar ahkam kesmesiyle,
Ek olarak ‘ben mi muhafazakar düşünüyorum’ diye bolca iç çatışmalar yaşadığım fakat sahnede içilen sigaradan her türlü repliğin çirkinliğine rağmen +13 ibaresi bile barındırmamasıyla benim izlediğim tiyatro oyunları arasında en kötü oyun olma ödülüne layık görülmüştür.
Hatta hiç izlememiş olmayı dileyerek hafızamdan silmeyi umut ediyorum. “Yerli ve milli tiyatro” adı altında birçok büyük eserin yasaklandığı devlet tiyatrolarında bu oyun sakıncalı görülmemiş ve hatta “yerli ve milli duygularımıza” hitap ettiği düşünülmüş olsa gerek. Bu oyun vesilesiyle “yerli ve milli tiyatronun” ne kadar da cinsiyetçi, ne kadar da bayağı olduğunu görmüş bulunduk. Vatana ve millete yeni Türk tiyatrosu hayırlı olsun!