Meslek lisesi kimin meselesi?
Mesleki Eğitim Kanunu’nda yapılan değişikliklerin meslek liseleri ve çıraklık okullarını nasıl etkilediğini Prof. Dr. Hasan Hüseyin Aksoy’a sorduk.
Deniz ORTAKÇI
Ankara
Anayasa değişikliği için referanduma gün sayarken, geçtiğimiz Aralık ayında 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu’nda yapılan değişikliklerin meslek liseleri ve çıraklık okullarını nasıl etkilediğini Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Hüseyin Aksoy’a sorduk.
Bir dönemin oldukça popüler bir sloganı idi “Meslek lisesi memleket meselesi...” Koç Holding tarafından reklamları dahi bir dönem çekilen bu slogan sizce nasıl bir “mesele” haline gelmiş durumda?
Aslında ülkede eğitime nasıl baktığımızla ilgili bir “mesele”. Meslek eğitimini memleket meselesi ya da belli bir grubun sorunu ve kendi sorunlarının çözümünün kaynağı olarak görmek aslında “mesele”, yani sorun olan nokta. Burada kastettiğim, memleketin temel yönelimini kendi işyerlerinin ihtiyaç duyduğu şekilde gören ve bu ihtiyaca uygun olarak içlerinden istediklerini seçip, geri kalanını önemsemeyen işverenlerin bakışı bu. Ama tabi ki şu mevcut durumda meslek lisesi, işverenlerin değil de tam da bizim ilgilenmemiz gereken bir “mesele” haline gelmiş durumda.
Peki bu “meselenin”, yani mesleki eğitim konusunun tarihsel olarak çıkış noktasından bahsedebilir misiniz?
Bu konunun uzun bir tarihinden söz etmek mümkün. Mesleki eğitim politikasının Türkiye’de kalkınma paradigmasıyla ilişkisi vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yüksek teknolojiye dayalı sanayi değil, küçük üretim ve zanaate dayalı bir kalkınma vardı. Zaman zaman ağır sanayi ve endüstriyel işletmeler kurulsa da hala küçük işletmelere dayalı bir ekonomiye sahip bir ülkeyiz bugün de. Kısa zamanda öğrenilen zanaatkarlık becerileri aslında çıraklık sistemiyle uzun yıllar içinde eğitimsiz çocukların çıraklığa alınarak ustalaşmasına ve üretimde kendine yer bulmasıyla ilerleyen bir mesleki eğitimden söz edebiliriz. Burada çıraklık sistemin yanı sıra, “sanat okulları” da buna paralel olarak oluştu. Sanat okullarında kısmen yurttaşlık becerileri, kişisel gelişim öğelerini de içerecek şekilde bir eğitim vardı, ama burada ağırlık yine de iş eğitimiydi. Bu sanat okulları giderek meslek liselerine evrilirken, üniversitelere de öğrenci göndermek hedeflendi.
“YURTTAŞLIK HUKUKU YERİNE EKONOMİK GÜÇ BELİRLEYİCİ”
Bugüne gelecek olursak; eğitim sisteminde meslek liselerinin geldiği noktayı nasıl özetleriz?
Türkiye’de olabildiğince ayrımcı bir eğitim sistemi söz konusu. Ana yapı devlet okulları ve özel okullar olmak üzere ikiye ayrılıyor. Özel okullarda eğitimi satın alma gücü olanlar yer alıyor ve bunlar öğrenciden çok müşteri konumundalar. Diğerleri ise ailelerin onlara sağladıkları olanaklar doğrultusunda başarı sağlayabiliyor. Bir bölgede iyi okulun olup olmaması, ailenin buna olanak sağlayabilmesi gibi farklılıklar öğrencilerin okuduğu okulların, aldığı eğitimin kalitesini belirliyor. Yurttaşlık hukuku, hak hukuku yerine ekonomik güç belirleyici oluyor. Zorunlu eğitim aşaması hak temelli örgütlenmelidir. Hem bir zorunluluk yaratarak tercih hakkını elinden alıyorsunuz hem de doğrusunu vermiyorsunuz. Meslek liseleri yoluyla verilen eğitimin bugünkü haliyle yalnızca işe yönelik olması, eğitimin diğer yanlarından koparılması anlamına gelir. Bu aslında bir hak ihlalidir.
Biraz daha derinleşebilir miyiz? Mesela günümüzde meslek liselilerin iş bulma konusunda diğer liselerden mezun olanlara oranla daha avantajlı bir durumda mıdır?
Aslında iş bulma konusunda aralarında yüksek bir fark yok. Bugün piyasa işgücü ihtiyacı olduğunu iddia ediyor, ama nitelikli eğitim almış işgücüne buna uygun bir ücret vermeyi kabul etmiyor. Bu durumda verilen düşük ücreti kabul edecek kişilerle çalışmayı tercih ediyorlar. Burada daha çok düşük eğitimli, çıraklıktan gelen kişilerin tercihi söz konusu. Meslek lisesi öğrencileri ve mezunları ise çok sayıda kulvarda bir “yarışın” içine sürükleniyor. İlk olarak çıraklık sitemindekilerle “yarışıyorlar”. İkinci olarak beceri eğitimi, staj vb. adlarla sistem içinde çalışan kendi arkadaşlarıyla yarışıyorlar. Bu gerçekleşirken stajyerlerin tam yıl boyunca bir istihdam zorunlulukları yok, aranan nitelikli işgücünü oluşturuyor. Üçüncü olarak, daha üst eğitim almış olup da daha az ücret alanlara karşı yarışıyorlar. Bugün mühendisler tekniker gibi, MYO mezunlarını daha düşük statülerde çalışmak zorunda kalıyor. Böylece bu plansızlıkla “aşırı eğitimlenmiş bir işgücü” ortaya çıkıyor. Yani yapılan işler için gerekli eğitimden çok daha fazla eğitim almış olan işgücü. Örneğin 1 yıllık bir eğitimle halledilebilecek işlere, mühendisler ya da MYO mezunları istihdam edilebiliyor. Çünkü çok düşük bir ücret söz konusu.
“İŞVERENLER OKUL MÜDÜRLÜKLERİ OLACAK!”
Mesleki Eğitim Kanunu’nda yapılan son değişiklikle birlikte, neler değişti?
Meslek liselerinde genel yapı şöyleydi: Öğrenciler herhangi bir okula gider gibi giderler, genelde son bir yıl beceri eğitimine tabi olurlar, burada sağlık sigortası olur, en son da MYO’lara sınavsız geçiş hakkı ile birlikte mezun olurlardı. Son değişiklikle birlikte meslek lisesi mezununun sınavsız geçiş hakkı kaldırıldı. Yerine belli bölümler için ek puanlama sistemi söz konusu olacak. Bu hakkın kaldırılması meslek liselerinin dezavantajını bir nebze olsun gideren koşulların ortadan kalkması anlamına geliyor. Bu değişiklikle birlikte gelen başka bir yeni durum ise artık okul müdürlüklerinin işveren statüsünde sayılması. 5510 sayılı Sosyal Güvenlik yasasına yapılan bir eklemeye göre çıraklık sözleşmesi içinde olan ya da meslek lisesi öğrencilerinin staj, alan eğitiminden dolayı sigorta söz konusu olacak ve bu durumda artık işverenlerin okul müdürlükleri olacağı açıkça yazıyor. Bu yükümlülükler yerine getirilmediğinde idari para cezası söz konusu olacağı belirtiliyor. Aslında burada çok açık ki, öğrenci artık tamamen işçi olurken, okul ve çalıştığı yer de işvereni pozisyonuna geliyor.
Bir başka değişiklikten daha söz edebiliriz. Liseler daha önceden genel liseler, anadolu liseleri, meslek liseleri, imam hatip liseleri ve açık liselerle sınırlıyken, çıraklık ve meslek eğitim merkezleri yoluyla gerçekleştirilen eğitim de bunların arasına dahil olarak zorunlu eğitim statüsüne dönüştürüldü. Böylece zorunlu eğitimin zorunluluğu aşılmış olacak. Şöyle düşünün; çıraklıkta haftada 10 saat mesleki eğitim merkezlerinde eğitim almasını sağlarsanız, orta öğretim eğitimi yapıyor sayacaksınız. Keza öğrenciler fark derslerini de dönem sonunda vermek zorunda kalacaklar. Yani yine almadıkları dersleri vermek zorunda bırakılacaklar. Devlet bu aşamada zorunlu tuttuğu bir eğitimle ilgili kendi görevlerini yapmayıp çocukları işyerlerine emanet ediyor. Onların bu durumlarını zorunlu eğitimin karşılığı sayıyor. İşverenlerine teslim ediyor, kendi sorumluluklarını. Lise eğitiminin karşısına öylece üstün körü alınmış eğitimi koyuyor. Yine bir başka yeni değişiklikle, 10’dan az çalışan işletmelerde de bundan böyle staj yapılabilecek. 4+4+4 düzenlemesiyle birlikte 10’dan az personel çalıştıranlar staj yaptıramazlardı. Yönetmelik kanuna aykırı idi şimdi yönetmeliğe göre kanunu yeniden düzenlediler. Yasağa aykırı madde yasağa uygun hale getirildi. Önemli başka yeni değişiklik ise, bu madde kapsamında 10 ve daha fazla öğrenciye beceri eğitimi, staj vb işleri yaptıracak işletmelerde ustabaşları, usta eğitici ve eğitici personel bulundurma uygulamasıyla öğrencinin teorik eğitiminin sağlanacak olması. Tüm işyerlerini birer eğitim kurumu olarak düzenlemeye başlamışlar. Bir öğrencinin teorik derslerini orada bulunan personelden alması ne kadar mümkündür, cevabını siz verin.
Peki bu değişikliğe neden ihtiyaç duyuldu? Devlet meslek liselerine dair sorumluluğunu özel sektöre mi devretmek istiyor?
Meslek Yüksek Okulları’nın o programlarına girip öğrenciler oradan genel müdür olmuyorlar ya da işte yüksek gelirlere erişmiyorlar. Burada eğitimlerine devam etmeleri çocukluk yaşını bitirmeleri söz konusu oluyordu. Bunun ortadan kaldırılması ve çıraklık sisteminin zorunlu eğitimin parçası haline getirilmesi, hala çocuk saymamız gereken öğrencilerin sömürü sistemi içinde tutulmalarını arttırmasından başka bir sonuç doğurmayacak. Bu öğrencilerin fen programlarına ya da matematik, edebiyat programlarına sosyal bilim programlarına yakınlıkları söz konusu olmayacak. Diğer soruya yanıt verecek olursam, mesleki eğitimin tarihte başlamasına yol açan şey asıl olarak işverenlerin üzerindeki mesleki gerekli eğitimin yükünü devlete atmaktı. Mesleki eğitimin kamusal kurumlar yoluyla verilmesi işverenlerin bu maliyeti üstlenmek istememesi nedeniyleydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında 1930’ların ortasına kadar programlar devlet tarafından sağlanmış olmasına rağmen bütçesi özel idarelerce yani yine yerel de olsa kamu kaynaklarıyla karşılanmaktaydı. Daha sonra da tümüyle ulusal eğitim sisteminin bir parçası olarak devam ettirilmiştir. Neoliberal politikaların güçlenmeye ve her yeri sarmaya başlamasıyla birlikte meslek liseleri de diğer eğitim kurumlarıyla birlikte sermayenin içinde faaliyet yürütebileceği bir sermaye transferi alanına, bir gelir kaynağına dönüştü. Devletin bu eğitimi veren özel kurumlara kendi okullarındaki öğrencilerin maliyetlerini çok aşan miktarlarda burs veriyor olması öğrenci başına 4-6 bin arasında değişen miktarlarda teşvik veriyor. Bugüne kadar meslek eğitimi konusunda çıraklık dışında sorumluluk almak istemeyen sermaye kurumları, şimdi devletin bu finansmanından yararlanarak kendilerinin önemli gördüğü işgücü ihtiyacı olduğunu düşündükleri alanlarda kendilerinin belirlediği anlayışta insanlar yetiştirmek üzere okullar açıyor hem de bunun maliyetini aslında topluma yıkıyor.
“MESLEK OKULLARI DEĞİL TOPLUM OKULU OLMALI”
Toparlayacak olursak, mesleki eğitim politikalarına dair sizin önerileriniz nelerdir?
Öncelikle şunun altını çizmeliyiz ki, öğrenme ve üretme birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Öğrenmek için bazı ürünleri gereksiz gibi görünecek şekilde harcamanız, bozmanız, defalarca çalışmanız gerekir. Ama iş yerlerinde bu mümkün değildir. Buralarda üretimde verimlilik esası vardır, bu da eğitim hakkı ve zorunlu eğitimin gerekliliklerinden biri olarak savunulamaz. Zorunlu eğitim olmazsa olmaz eğitim demektir. Bu süreçle birlikte bu sistem sarsılmaktadır. Benim önerim 8 yıldan az olmamak üzere, çünkü daha fazlasını zorunlu tutmak zarar verici hale de gelebilir. Bence eğitimin fazlası özgürleştirmez köleleştirir, evcilleştirir. Eğitimin özgürleştirici yanı öne çıkarılmalı. Eğitim geçim faaliyetlerini elbette dikkate almalıdır, ancak birinin işçisi olmaya değil toplumsal alanda onu ilerletecek ve ilgisini kapsayacak eğitim alması doğru olandır. Üretici faaliyetler toplumsal alanda geçiyorsa, demokratik toplum için geliştirici sayılabilecek türden bir içerik, bireyi insan olarak geliştirecek diğer insanlarla birlikte olmasını kolaylaştıracak ve onların gelişimini de sağlayacak bir müfredat olmalıdır. Kişi kendisini toplumdan yalıtmamalı, sadece bir seçeneğe mahkum edilmemeli. Tüm okullar bir meslek okulu özelliği göstermeli, hiçbir okul sadece meslek okulu olmamalı. Bugünkü meslek okulları kapatılmalı, mesleksel becerileri de içeren akademik, bireysel gelişimi, demokratik davranışları, toplumsal, ekonomik becerileri geliştirecek bir program olmalı. Berlin’de bu yaklaşıma sahip çıkan eğitimciler “Bir tek okul herkese yeter” sloganıyla bunu dile getiriyorlardı, yani toplum okulu önerisinde bulunuyorlardı. Böyle bir sistemin topluma gerçekten faydası olur. Ancak bu kadar parçalı, hiyerarşik, gericileştiren, temel bilimlerden uzaklaştıran bir eğitim yapısı sadece “körlükten yararlanacaklara” faydalı olabilir.