"Onlar umudun temeli, onlar kanadı hürriyetin": Sinan Suner
30 Ocak 1980’de yazdığı duvar yazısı gerekçesiyle katledilen Sinan Suner’i aramızdan ayrılışının 37.yılında mücadele arkadaşı Dinçer Mete ile konuştuk
Sinan Suner, gençlik mücadelesine lise yıllarında katıldı. Üniversite yıllarında fabrikalarda ve semtlerde çalışmalara katıldı.
30 Ocak 1980’de yazdığı duvar yazısı gerekçesiyle katledilen Sinan Suner’i aramızdan ayrılışının 37.yılında mücadele arkadaşı Dinçer Mete ile konuştuk.
Sinan Suner, Erdal Eren, Ercan Koca neden hep birlikte anılır?
Üçü birden anılır, çünkü Erdal, Sinan’ın katledilişini lanetlerken yakalandı ve idam edildi; Ercan, Erdal’ın katledilişini lanetlerken yakalandı ve işkencede katledildi. Bu yüzden adları birleşti.
O dönem gençliğin öne çıkan talepleri nelerdi? Sinan Suner bu mücadelede nasıl yer alıyordu?
Bir romanda okumuştum; devrimin iki kanadı olduğundan bahsediyordu; bir kanadı apaçık işçilerdi, diğer kanadı ise gençler oluşturuyordu. O dönemin gençliği bu nitelemeyi gerçekten hak ediyordu. Liseli ve üniversiteli gençlik okullarda, genç işçiler fabrikalarda, sanayi havzalarında varsa sendikalarında yoksa derneklerinde hem kendi talepleri etrafında mücadelelerini yükseltiyorlar hem de okullarında, iş yerlerinde, mahallelerinde, semtlerinde, sokaklarında göze göz, dişe diş, bir antifaşist mücadele veriyorlar, ilçelerinin, illerinin meydanlarında sıkça yaşanan katliamları protesto ediyorlar, demokrasi taleplerini örgütlü olarak yükseltiyorlardı.
Liseli gençler, esas olarak “Parasız Eğitim” istiyorlar ve üniversite sınavlarının kaldırılmasını talep ediyorlardı. Üniversitelerde “Özerk ve Demokratik Üniversite” talebi tüm diğer talepleri çatısı altında topluyordu. Özerk ve demokratik üniversite mücadelesinin en temel talebi öğrencilerin Öğrenci Temsilciliklerinde örgütlenme ve yönetime katılma hakkıydı. ODTÜ Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK) örneğinde olduğu ileri örnekler de yaratılabiliyordu.
“GENÇLİK BİRLİKTE HAREKET EDİYORDU”
Belirtmeden geçmek olmaz; birçok üniversite ya da yüksek okuldaki faşist işgaller, tüm devrimci demokrat kesimlerin birlikte verdiği mücadele ile kırılıyor, okullara gidiş gelişler birlikte yapılıyordu. Aynı şey semtler için de geçerliydi. Her türden faşist çetelerin semtlerde estirdiği terör, birlikte mücadele ile kırılabiliyordu.
Bu mücadelenin en belirgin özelliği örgütlü olmasıydı. Bu örgütlü mücadelenin -olumsuz, olumlu ya da doğal olduğu tartışılır- belirleyici yanı ise farklı siyasi geleneklerin farklı gençlik örgütlerinde örgütlenmiş olmasıydı. Fakat hayat birlikte davranmayı bir andan sonra öğretiyordu. Kendi aramızda kavgalarımız olmasına karşın, 1980’e gelirken kitlesel örgütlenmeler arasında birlik eğilimi güçleniyor ve kalıcı olmasa da birlikler gerçekleşiyordu.
Sinan bu mücadelenin bir bireyiydi. ODTÜ’de ÖTK seçimlerinde adayımız olup olmadığını hatırlamıyorum ama içinde yer aldığımız siyasi grubun aktif bir üyesiydi. Sinan için tabii ki bu yetmezdi; o aynı zamanda üyesi olduğu Yurtsever Devrimci Gençlik Birliği’nin Dikmen bölgesindeki çalışmalarının içinde yer alıyor, bölgedeki mücadeleye katılıyordu.
Sinan Suner, Erdal Eren, Ercan Koca yine sıkıyönetim koşulları altında, baskıcı bir yönetim hakimken mücadele içindeydi. Bugün de yine benzer koşullarla karşı karşıyayız. Bu koşullar mücadeleyi nasıl etkiliyordu?
Evet doğru, 1970’lerin ikinci yarısıyla birlikte halkın, gençliğin ve tabii ki işçilerin sola yönelişini, sivil faşist çeteler ve kontrgerilla eliyle gerçekleştirilen katliamlar önlemeye yetmemiş, 24 Aralık 1978’de yine MİT, faşist çeteler ve kontrgerilla eliyle yapılan Kahramanmaraş katliamı sonrasında belirli illerde sıkıyönetim ilan edilmiş, demokrasinin en ufak kırıntıları bile yok edilmişti.
Yeri gelmişken belirteyim, biraz önceki talepler arasına katmak gerekir. Hemen tüm mitinglerde, protesto gösterilerinde ortak olan başka bir talep de MİT’in ve kontragerillanın dağıtılmasıydı. Tek başına Kahramanmaraş Katliamı bile bu talebin haklılığını kanıtlamaya yeter.
Baskı meselesine ve mücadele üzerindeki etkisine gelince, aslında bu ülkede emekçi sınıflar ve halk için demokrasi hiçbir zaman olmadı. En ufak demokrasi talepleri bile bazen tehditle bazen şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Vedat Türkali, romanlarının birinde Nazım’ın şiirlerinin nasıl gizlilik koşullarına uygun yapılmış toplantılarda okunduğunu anlatır. Yine sadece Nazım’ın şiiri üzerinden çıktı diye tutuklanan birçok kişi vardır. Sinan duvara yazı yazarken, Ercan, Erdal’ın idamını protesto eden bir pankart astı diye katledildiler.
“BİZİM SOSYAL MEDYAMIZ DUVARLARDI”
O dönemde ne internet, ne blog, ne sosyal medya vardı. Akıllısını, cebini boş verin, doğru dürüst telefon bile yoktu. Televizyon ve radyo devlet tekelindeydi, zaten televizyon varlıklı kesimlerin erişebileceği ve evin başköşesine konan bir varlıklılık göstergesiydi. Telefon etmek için PTT’yi ya da ankesörlü telefonları kullanırdık. Yani bizim internetimiz; sokakların duvarları, web sitelerimiz; hemen her siyasi eğilimin bin bir güçlükle çıkardığı gazeteleri, dergileri, bloglarımız ise duvar gazetelerimiz idi. Duvarlarda ve pankartlarda yer alan sloganlarımız ve sığabilecekleri hemen her yeri kaplayan afişlerimiz ise herhalde sosyal medyanın işlevini üstleniyordu.
Özetle; bugün düşünce ve ifade özgürlüğü olarak en temel insan hak ve özgürlükleri arasında sayılan bir hakkımızı kullanmaya çabalıyorduk. Ama pratikte bunun anlamı elbette ki daha fazlasıydı. Her bir duvar yazısı, her bir afiş şunu gösteriyordu: İşte biz oradaydık, örgütlüydük ve mücadele edeceğimizi açıkça haykırıyorduk. Sonrasında ya biz onları buluyorduk ya da onlar bizi... Ve daha fazla duvarı dolduruyorduk.Bunu egemenler de biliyorlardı ve elbette bir bedeli vardı. Yakalıyorlardı, dozunu ayarlayamıyorlardı. Sıkıyönetim ilan edildikten sonra hemen hemen bütün yasal kitlesel örgütleri kapattılar. Ama bu kitlesel örgütlerin mücadeleci olanları yine hemen hemen tümüyle örgütlülüklerini baskı altında hareket ve mücadele eden bir yapıya dönüştürmeyi başardılar. Bir örnek vereyim Altındağ gençlik örgütü, 13 Eylül sabahı kendi sloganıyla duvarlarını donatmıştı: “Sıkıyönetim sökmedi, Cunta da sökmeyecek!” 12 Eylül sonrası başka zamana kalsın.
“PAYLAŞMAK O DÖNEMİN ORTAK ÖZELLİĞİYDİ”
Hep çok paylaşımcı olduğu anlatılır Sinan Suner’in. Varlıklı bir ailesi vardı. Nasıldı Sinan’ın yaşamı?
Oğlunuz Erdal belgeselinde annesi Sinan’a valizlerle gönderdiği ayakkabıları, elbiseleri arkadaşlarına verdiğini, ne olduklarını sorduğunda ise ihtiyacı olan arkadaşında olduğunu, geri dönünce alacağını söylediğini anlatır. Aslında paylaşımcılık, o dönem gençliğinin istisnai değil ortak bir özelliğidir. Gelen harçlıkların bir kısmı mücadelenin ihtiyaçlarına ayrılır, diğerleri ortak harcanır. Yemek, içmek kimde varsa ondandır. Ve bunlar bir değer olduğu için değil, doğal ve olması gereken bu olduğu için böyle yapılır. Sinan da, kuşağının bu ortak özelliğine fazlasıyla sahipti.
Onu daha iyi tanıyabilmemiz için, kişisel anılarınızdan bahseder misiniz?
24 Aralık 1979’da tüm Türkiye’de ama özellikle Ankara’da Kahramanmaraş Katliamı çok ama çok güçlü protesto edilmişti. Morallerimiz yükselmişti. Artık yeni bir katliama zor cesaret edebileceklerini dillendiriyorduk. Planladığımız çoğu protestoyu, gösteriyi kitlesel katılımlarla, istediğimiz yerde istediğimiz zamanda organize edebiliyorduk. 24 Aralık sonrasında, Sinan buluşmalar için kullandığımız kahveye geldi. Benimle konuşmak istiyordu. Konuşmaya başladı. Çok coşkuluydu. Artık semt çalışmalarına ağırlık verecekti. Semte ilişkin düşüncelerini anlattı. Yapılabilecekleri ve nasıl yapılabileceklerini, olanaklarımızı, imkansızlıklarını konuştuk. Konuşma bittiğinde gözleri parlıyordu. “Ben okulu boşladım, sen boşlama” dedim. “Tamam” dedi. Elini sıktım, sırtını sıvazladım. Güldü ve sevecen bir el hareketiyle kahveden çıktı gitti. Bu son görüşmemizdi.
AYNI MÜCADELENİN SAFLARINDA ÜÇ GENÇ: SİNAN, ERDAL, ERCAN
Katledilmesi üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Katledildiği haberini ertesi gece ODTÜ yurtlarında aldık. Şoku atlattıktan sonra hemen bir duvar gazetesi yazdık ve ODTÜ’nün yurtlarına astık. Metni şehre gönderdik. Keşke o metni saklasaydık, hatırladığım kadarıyla metin bu katliamı gerçekleştirenleri lanetliyor ve egemenlerin, egemen oldukları sürece her zaman 30 Ocak gününün gelmesinden korkacaklarını söylüyordu. Ardından protesto gösterisini organize etmeye giriştik. Erdal’ın ve Erdal ile birlikte 24 ODTÜ’lünün yakalandığı o 2 Şubat gösterisi, Sinan’ın vurulduğu yere gösteriye uygun en yakın yerde, karlı buzlu bir havada yapıldı. Metnin ikinci kısmında verdiğimiz sözü ne yazık ki tutamadık. Ama onların katledilişinde dolaylı ya da dolaysız payı olanlar, vicdanları birazcık varsa ve yaşıyorlarsa bugün azap duyuyorlardır, ama şurası kesin lanetle anılıyorlar, her yıl lanetleniyorlar, her yıl lanetlenecekler. Sinan, Erdal ve Ercan; aynı mücadelenin saflarında birer sıra neferi olan bu üç genç, üç devrimci ise bir yandan 12 Eylül dönemi barbarlığı denince ilk akla gelen isimler oldular, diğer yandan halka, devrime ve yoldaşlara bağlılığın simgelerine dönüştüler ve ölümsüzleştiler. Onlar artık Türkiye halkının acıyla örülmüş tarihinin pırıl pırıl, gepegenç üç kahramanıdır ve hep öyle kalacaklar.
Bugün pek çok siyasi parti onlardan “yazık oldu” diyerek bahsediyor. Mücadele tarihindeki yerleriyle bu partilerin ele alışları aynı mı?
Uzun uzun bir şeyler söylemeye gerek yok. Sinan ve Ercan şüphesiz öleceklerini yazılamaya, pankart asmaya giderken bilmiyorlardı. Ama Erdal biliyordu. Erdal’ın anasına mektuplarını okusunlar ve öyle konuşsunlar. Diğer yandan ölüm? Hepimiz geldik, hepimiz gideceğiz. Onlara yazık olduysa, Spartaküs’e de, Spartaküs ile birlikte ayaklanan kölelere de, Şeyh Bedreddin’e de, Börklüce’ye de, Bedreddin ve Börklüce müridlerine de yazık olmuştur. Bu röportajı Sinan anmalarında kullandığım Nazım’ın bir dörtlüğüyle bitireyim.
“Onlar köküdür memleketin,
dallara yürüyen su
bu kökte saklıdır.
Onlar umudun temeli,
onlar kanadı hürriyetin,
halkın aklıdır.”