Tiyatronun bugününe DTCF’den bakış
Şimdi en büyük direniş, daha çok çalışmaktır. Daha fazla oynamak, daha fazla izlemek, salonları hınca hınç doldurmak, aryalar söylemek...
Kerem KITAY
Uludağ Üniversitesi GSF Sahne Sanatları Oyunculuk Anasanat Dalı
Ülkemiz sanatının yakın tarihine baktığımızda sansürlerin, baskıların, engellerin ne kadar yoğun olduğu gerçeği ile karşılaşırız. İnsanlık tarihiyle eşzamanlı olarak andığımız tiyatro, çağlar boyunca devletlerle bir savaşım içindedir. Sanat, önce Platon’un ideal devletinde kendisine yer bulamaz; aşırılığın, esrikliğin, düzen bozuculuğun simgesi olarak görülür. Oysa sanatın dünden bugüne yaptığı şey hep aynıdır; insanlığa bir ayna tutmak; karanlığı aydınlığa çıkarmak.
Sanatın iktidarlar için tehlike oluşturan yanı da işte buradadır. Aristoteles’ten bu yana sanat toplumlar üzerinde etkin bir güç ile anılır. Bu bazen Aristotelesçi bir metinde katharsis yaratarak “ideal ve ölçülü birey” yaratma ülküsüne hizmet eder, bazen de Brechtyen bir metinde bozuk düzenin eleştirisini yapıp yeni doğacak düzeni muştular. Hayatı anlatır, bu yönüyle de hayata dokunur. İşte tüm gücünü de buradan alır.
ORTAÇAĞ’DAN BUGÜNE TİYATRO
Sanatın ve özelde de tiyatronun bu etkin gücü, tüm iktidarlarca kontrol altında tutulmak, yönlendirilmek istenir. Ne var ki sanat doğasından gelen biricikliği ve özgürlüğü ile üzerine vurulmak istenen tüm prangaları atar. Tiyatro tarihine dönüp bakıldığında, tiyatronun en büyük baskıyı şüphesiz Ortaçağ’da yaşadığı görülür. Her türlü yasaklamalara rağmen bir türlü ortadan kaldırılamayan tiyatro, kilisenin denetiminde İsa’nın ve kilisenin öğretilerini yaymak için bir araç olarak kullanılır. Bugünün Türkiye’sini anlamak için de Ortaçağ tiyatrosuna dönüp bakmak gerekir.
Son dönemlerde sosyal medyada görüntüleri çokça paylaşılmış birkaç “tiyatro” ve seyirlik temsilleri ele alalım. Müslümanlığın birtakım esaslarını anlatan bu tip gösterilerde namaz kılmanın önemi, namaz kılanı engellemeye çalışan bir şeytan figürü ve sonunda namaz kılıp huzura kavuşan Müslüman kızın mutlu hikayesi anlatılır. Ya da bir başka temsilde “hafız atışmaları” şeklinde de bilinen haliyle hafız olmanın önemi dramatize edilerek anlatılır. Tüm bunlar bize Ortaçağ tiyatrosunda gördüğümüz alegorik figürleri, estetikten yoksun salt mesaj kaygısı güden, toplumsal olanla değil, doğrudan dogmalarla, dinin öğretileriyle ilgilenen bir tiyatro anlayışını sergiler. Nitekim, tüm ülkede yaratılmaya çalışılan korku imparatorluğu, birçok metnin sansüre uğramasını, birçoklarının da çeşitli kaygılarla oto-sansür uygulanarak sahnelerden çekilmesini sağlar. Tüm bu uygulamalar bu yönüyle de Ortaçağ’da kilisenin baskıcı rejimini anıştırır. Muhafazakar bir siyaset ve iktidar algısıyla hızla kadrolaşmaya giden bu süreç, artistik makamları bürokratik makamlar halinde görmekten geri kalmaz ve Devlet Tiyatroları gibi köklü bir kurumun genel müdürlüğüne de kurum dışından bir yönetici getirerek kontrol mekanizmasını daha da elde tutacağının mesajını verir. Bu durum da yerli, milli ve muhafazakar tiyatro temsillerini önceleyen bir devlet tiyatrosu yapısı oluşmasına sebep olur. İşte Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’ndeki hoca kıyımını da özet haliyle anlatılan bu olaylar üzerinden okumak gerekir. Tiyatro, varoluşundan bugüne muhalif bir kimliğe sahiptir ve bu duruşu ne iktidarlara göre, ne de içinden geçtiği toplumsal koşullara göre değişiklik göstermez. Ne var ki akademileri birer bilim ve sanat yuvası değil, memur zihniyetiyle yönetmeye kalkan idareciler ve politikacılar tiyatronun muhalif olma gerçeğini değiştiremeyeceğini fark ettiklerinde, tümden ortadan kaldırmak için çalışır. Farklı bölümlerde birtakım bahanelere sığınıp akademilerden uzaklaştırılan akademisyenlerin yerine kendi kadrolarının yerleştirilmesine karşın tiyatro bölümlerinde yaşanan bir tasfiyenin ardından yerleştirilebilecek kadronun olmaması, maksadın bölümü kapatmaya yönelik bir hamle olduğunu açıkça ortaya koyar. Alternatifini üretemeyen bu kıyıcılık ise Rumeli Açık Hava Tiyatrosunun oyun alanına mescit inşa ederek, Taksim Meydanı’ndaki kültür-sanat mabedi olan AKM’yi kapatıp meydanın göbeğine cami temelleri atarak dinin argümanlarıyla bir savaş yürütür. Ancak bugünün koşullarında bilimden ve sanattan yana tavır alan, üreten ve yaratma cesaretinin bilincinde olan tiyatro bölümleri, bu kıyıma karşı topyekûn ayakta duran nitelikli gençlik topluluğudur. KHK ile hocalarımızın ihraç edildiği haberinin gece duyulması itibariyle sabaha kadar 28 tiyatro okulu öğrencileri arasında kurulan iletişim ağı, DTCF öğrencileriyle sağlanan destek ve birlik, 13 Şubat saat 13.00’te başlayan eşzamanlı eylemler, yetişen tiyatro neslinin örgütlü gücünün küçük bir göstergesidir.
DAHA ÇOK OYNAYACAĞIZ
Sahne kapatan, oyun yasaklayan, performans yetersizliği ile en başarılı oyuncuları kurumlardan uzaklaştıran, kurumları iş yapamaz hale getirip ardından iş yapmıyorlar diye suçlayan, kadro vermeyen, sanatçıları geçim sıkıntılarına sürükleyen, TV dizilerinin senaristleriyle bile kavga eden, sahne yerine mescit açıp “Durun yahu ne oluyoruz” diyenleri “din düşmanlığı” ile itham eden bu zihniyet çökmeye mahkumdur. DTCF’yi fiilen işlevsiz hale getirmek, hem DTCF’nin tarihsel konumu açısından hem de Türkiye’de tiyatronun akademik düzeyde başladığı ilk yer olması açısından önemlidir. Ne var ki bizler hocalarımızın görevlerine geri döneceğini biliyoruz. Filmin sonunda kazanan iyiler olacak. Şimdi en büyük direniş, daha çok çalışmaktır. Daha fazla oynamak, daha fazla izlemek, salonları hınca hınç doldurmak, aryalar söylemek, türküler okumak, okumak, çok okumak…