Ölmeyi bir türlü beceremeyen hayalet: Osman Hamdi
Ressam Burhan Kum, Osman Hamdi Bey’i kaleme aldı, 'Osman Hamdi Bey'in yüz yedi yıldır ölmeyi bir türlü becerememesinin nedeni'nin yanıtını aradı.

Burhan KUM
Bundan yüz yedi (rakamla 100+7) yıl önce Osman Hamdi Bey’in naaşı Ayasofya’da kılınan cenaze namazının ardından Sarayburnu’ndan kalkan, Şirket-i Hayriye’ye ait İngiliz yapımı Meserret (sevinç demektir!) vapurunda Gebze-Eskihisar’daki sonsuz istirahatgahına doğru yol alırken Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye topraklarında meskûn on beş milyona yakın insanın büyük çoğunluğu kaybın boyutunun zerre kadar farkında değildi. Gün itibarıyla, seksen milyonluk ülkede o kaybın farkına varmış kişi sayısı daha da az olduğu için büyük üstat yüz yedi yıldır bir türlü hakkıyla ölemiyor.
(Manifestodan alenen çalıntı (bir paragraf geç kalmış) giriş cümlesi: Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor: Osman Hamdi Bey’in hayaleti...)
Osman Hamdi Bey gibi bir baş belası (İngilizcede daha güzel bir tabir var da tercümesi zor: pain in the ass) nasıl olmuştu da hiçbir sosyo-kültürel bağı olmadığı topraklarda, (resmini yapıp, konyağını içip, putları müzelere yerleştirip, üstüne üstlük çocuklarıyla sadece Fransızca konuştuğu halde) – müstebit II. Abdülhamid’in yüksek bir bürokratı olarak- herhangi belirgin bir sorunla karşılaşmadan altmış sekiz yıl yaşayabilmişti? Aslında ölmeyi (ilk olarak) daha bir “Rum piçi” sıfatıyla doğduğu 30 Aralık 1842 günü hak etmemiş miydi? 1822’de yüz bine yakın can alan Sakız katliamından, dört yaşında bir bebe olması sayesinde “kılıç artığı” statüsüyle sağ kurtulan (Rum dölü) babasının Osmanlı’nın (Paris diplomalı) ilk maden mühendisi olmasının bunu engellediğini düşünebilir... Ve hatta Peder İbrahim Edhem Paşa’nın ileriki yıllarda sadrazamlık mertebesine kadar terfi etmesinin Osman Hamdi’nin ölmesini zorlaştıran bir diğer etken olduğunu da kesinlikle iddia edebiliriz.
İlk büyük günaha (babası gibi) eğitim için gittiği Paris’te girmişti. Günah kariyeri, Edhem Paşa tarafından belirlenen hukuk eğitimini alması için gönderildiği (o zamanlarda) dünyanın rakipsiz başkentinde, (kim bilir belki de) geri döneceği ülkenin hukuksuzluk üzerine inşa edildiğini fark edip (şirk kaynağı) resme yöneldiğinde başladı. Bu radikal adım babanın zihinde katledilmesi demekti. (Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i yazmasına daha on beş yıl olduğuna dikkatinizi çekerim.) Bu tercihinin de (aynı hukuk gibi) anavatanda beş para etmediği göz önüne alındığında pek de mantıklı bir adım sayıldığı söylenemezdi. (laf! resim mantıkla yapılsaydı en iyi ressamların astrofizikçiler ve satranç büyük ustalarından çıkması gerekmez miydi?) Bu yetmezmiş gibi gönlünü bir de Fransız güzeli Agarithe’ye kaptırıp girdiği “ıslak ve sıcak günah”, ismini Fatma koydukları (imam nikahı olmadığı için gayrimeşru!) bir kız çocuğu ile meyvelenince adının “katli vacip” listesine yazılması farz olmalıydı.
İstanbul’a diplomasız, üstelik kolunda “nikahsız gavur bir gelin (yani Agarithe)” ve bavulunda “bir piç (yani Fatma)” ile döndüğünde bürokratik bir skandala tahammülü olmayan pederi tarafından Bağdat’a, vilayetin umur-ı ecnebiye memuru, yani yabancılar ile ilgili işlerden sorumlu müdürü olarak tayin edildi. Osman Hamdi yaşamının ileriki yıllarında (Avrupalıların gözünde) insanlık için ressamlığından çok daha önem arz eden arkeoloji kariyerine bu vilayette başlayacaktı. (ne var ki bu tespit de Avrupalıların Osman Hamdi hakkında yanıldıkları ilk nokta değildi) Antik eserlerin yurt dışına çıkarılmasını sınırlamasına rağmen oldukça yetersiz ilk Asar-ı Attika Nizamnamesi 1869’da yürürlüğe girdiğinde Bağdat’ta memurdu. Kendisinin de geliştirilmesinde büyük katkısı olacak 1884 tarihli Nizamname ile ise “işlenmiş taş ve put (bu kelime Müslümanlar açısından önemli) parçaları”nın yurtdışına çıkarılmaları (Avrupalı arkeologların dehşetli itirazlarına rağmen) kesin bir şekilde yasaklandı. Al sana bir suikast nedeni daha!
Avrupalılar (en azından o yıllarda) Doğu’dan bir düşünce ressamı çıkma ihtimalini “sıfır” gördükleri için (onların asıl derdi müzelerine taşımak istedikleri işlenmiş taş ve putlardı şüphesiz) ressam Osman Hamdi’yi “oryantalist” sınıfına kaydederek “meseleyi” hallettiklerini zannetmişlerdi. Oysa sadece Yaratılış (1901) tablosunun bile bu görüşü yerle bir edecek düzeyde olduğundan hâlâ haberleri yok! O yıllarda, ne Doğu’da ne de Batı’da (Halil Şerif Paşa’nın 1866’da Gustave Courbet’ye ısmarladığı L’Origine du monde hariç) bu denli cinsel-dinsel-politik eleştirel güce sahip bir iş üretilmemişti. Zamanın ruhu ve siyasi koşullar bağlamında değerlendirildiğinde, bu teze günümüzü de dâhil edebiliriz.
Yaratılış’ın gücünü ve önemini nereden anlıyoruz (kocaman bir SORU İŞARETİ)
Birincisi (i) resmin sermayenin şaibeli bir biçimde el değiştirdiği 2001 yılında, aynı şaibeli biçimde (devlet-sermaye-medya) elbirliğiyle “kaybedilmesinden“. Koskoca resim on altı yıldır ortada yok! kocaresimonaltıyıldırneredebilinmiyorsonsahibibilmiyorresmeelkoyantmsfdebilmiyor !!!
İkincisi (ii) Osman Hamdi Bey’e günümüzde Türkiyeli Müslümanlarca duyulan nefretin ana kaynağının da bu resim olduğunun somut kanıtının birkaç yıl önce TBMM’de yaşanmasından: 1996’da kurulan Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 1999 depreminde Arslanbey’deki binanın ağır hasar görmesinden dolayı yıllarca çeşitli mekânlarda ders yapmak zorunda kalır. 2011 yılında Anıtpark Yerleşkesi’ndeki kalıcı binasına taşınma süreci başladığında (pek iyi niyetli ve naif) bir öğretim görevlisi, Eskihisar’ın Kocaeli sınırlarıda olması nedeniyla fakülteye Osman Hamdi Bey’in adının verilmesini önerir. Öneri YÖK’e gönderilir, ve bu “masum” öneri konuyla ilgili karar vererek töhmet altında kalmak istemeyen YÖK tarafından (kurnazca) meclise “sızdırılır”. Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran AKP milletvekillerinin itiraz cümlesi nettir: “Yaratılış tablosunu yapan zındığın adı bir fakülteye asla ve zinhar verilemez!”... Hayaleti bu kez de TBMM’de görülen Osman Hamdi Bey duyduğu bu cümlenin ardından ölmeyi yine beceremez.
Batılılaşma ve modernleşme konularında tam da öne çıkarılması gereken bir örnek olduğu halde Osman Hamdi Bey Cumhuriyet döneminde hak ettiği ölümü neden yaşayamamıştır? Bunun nedeni (Mustafa Kemal’in ölüsünden bile korktuğu) Enver Paşa’nın 1909’da portesini yapıp, arkasına da “Enver Bey’e yadigârımdir” diye yazmış olması... Olabilir mi? Kabul, bu fazlaca “uzaklardan devşirilmiş” bir tahmin, ancak 12 Eylül faşizminin de, üstadın temelini 1882’de attığı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni kapattıktan sonra kurulan üniversiteye, ailenin makul talebini hiçe sayıp Mimar Sinan’ın adını vermeyi uygun görmesi kendisine yönelik “devlet kini”nin sürdürüldüğünü gösteren bir kanıt değil mi?
Yüz yedi yıldır yaşananların ardından kafamda şu sorunun hayaleti dolaşıyor: Osman Hamdi Bey’in yüz yedi yıldır ölmeyi bir türlü becerememesinin nedeni onu öldürmek isteyenlerin beceriksizliğinden öte, bunu çok istedikleri halde, sakın üstadın bıraktığı silinmez izlerden ötürü hiçbir zaman başaramayacakları yüzünden olmasın?
Evrensel'i Takip Et