Prof. Dr. Funda Başaran, KHK ihraçlarını değerlendirdi
KHK ile ihraç edilen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Funda Başaran, ihraçları Evrensel'e değerlendirdi.

Tamer Arda ERŞİN
Ankara
686 sayılı KHK ile ihraç edilen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Funda Başaran, ihraçların, ticarileşme ve bilginin metalaştırılmasının üniversiteleri getirdiği son nokta olduğunu vurguladı. Kurumsal akademiden ihraç edilmenin akademik çalışma yapmalarına engel olmadığına dikkat çeken Başaran, “Bizler bilgiyi üretmeye, onu toplumsallaştırmaya, bu bilgiyle dünyayı değiştirmeye devam edeceğiz” dedi.
Darbe girişiminin ardından “terör” bahanesiyle birçok akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. İhraçlarda Barış için Akademisyenler bildirisine imza atan akademisyenlerin bulunması dikkat çekiyordu. KHK’lerle gelen akademik kıyımdan en çok etkilenen yer ise Ankara Üniversitesi oldu. Özellikle Rektör Erkan İbiş’in uygulamalarına ve AKP iktidarının politikalarına eleştirilerin yükseldiği Cebeci Kampüsündeki Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ve İletişim Fakültesi akademisyenleri KHK’lerin hedefi oldu. Son yayımlanan 686 sayılı KHK ile ihraç edilen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Funda Başaran ile, ihraçlara giden süreci konuştuk. Başaran, “Neoliberal politikaların kolaylaştırdığı koşullarda, AKP Hükümetinin kurmaya çalıştığı üniversite sistemine muhalif olduğumuz için ihraç edildik. Ankara Üniversitesinin özgünlüğü ise son iki dönemdir Erkan İbiş isimli bir rektör tarafından yönetiliyor olması” dedi.
Üniversiteden ihraç edilmenizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üniversiteden ihraçlar aslında son geldiğimiz nokta. Bizi bu noktaya getiren süreç ise daha geriden başlıyor. Üniversiteler neoliberal politikalarla beraber ticarileşmeye ve bilgi metalaştırılmaya başlamıştı. Bugün birlikte Barış için Akademisyenler (BAK) metnine imza attığım ve birlikte ihraç edildiğim arkadaşlarımın büyük bir bölümü ile üniversitenin ticarileşmesi, bilginin metalaşması ve akademik özgürlüklerin aşınmasına karşı mücadele veren Öğretim Elemanları Sendikasında birlikteydik. Kamu çalışanları sendikaları yasasının çıkmasından sonra iş kolu tanımları gereği Öğretim Elemanları Sendikası Eğitim Sen’le birleştikten sonra da, hem sendikamızda, hem de başka platformlarda beraber yer aldık. Küçük farklar elbette vardır ama en temelde hepimizin üniversiteye, akademiye dair eleştirileri de, düşündükleri de benzerlikler taşıyor.
Neoliberal politikaların kolaylaştırıldığı koşullarda, AKP Hükümetinin kurmaya çalıştığı üniversite sistemine muhalif olduğumuz için ihraç edildik. Bu bizim ihraç edilmemizin elbette ki en geniş çerçevesi. Bu çerçeve içerisinde, ihraç edildiğimiz Ankara Üniversitesinin özgünlüğü ise son iki dönemdir Erkan İbiş isimli bir rektör tarafından yönetiliyor olması.
‘İBİŞ, AKP İÇİN KOLLARI SIVADI’
Erkan İbiş’in yarattığı özgünlük nedir?
Erkan İbiş ilk rektör olduğu dönem vaatleriyle demokratik bir üniversite yönetimi, yönetime katılım kanallarının açık olması, akademik ve bilimsel özgürlükler gibi dertleri olan bazı meslektaşlarımızın da oylarını alabilmişti. Ancak rektör olarak seçilmesinin hemen ardından üniversite açılışına şimdiki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı davet etti ve fakültelerden bu açılışa katılacak ‘güvenilir öğrencileri’ seçmelerini istedi. Aynı gün SBF’de yapılan alternatif açılışı engellemek için elinden geleni yaptı. Ardından da AKP’nin üniversite tasarımını Ankara Üniversitesinde gerçekleştirmek üzere kolları sıvadı. Kısa süre içerisinde neredeyse bütün kurulları ve hatta fakültelerin dekanlarını ve kurullarını devre dışı bırakan, buna boyun eğmeyenleri de çeşitli yöntemlerle cezalandıran bir yönetim oluşturdu. Bir rektör olarak kendi iktidarını sağlama alabilmek için cezalandırmalarla, en basit kurul seçimlerine bile karışarak, kadro pazarlıklarıyla üniversite içinde vasatlığı örgütledi ve vasatı üniversiteye hakim kıldı. Böylece bütün gücü kendi elinde toplayabildi. Burada ne karar alındığını bilmeden imza atan kurul üyelerinden, yaşanan sorunları rektörlüğe iletme cesaretinden yoksun, rektörün memuru haline gelmiş fakülte dekanlarından bahsediyorum. Sonuçta üniversitede rektör tek güç haline geldi, senato, üniversite yönetim kurulu, dekanlar ve fakülte kurulları üniversitenin geleceği konusunda işlevsiz kılındı. Sonuçta OHAL’in yarattığı fırsatlar kullanılarak, bu duruma muhalif olan bizler ihraç edildik.
İhraç edildiğinizi öğrendiğinizde neler hissettiniz?
Açıkçası rahatladım. 11 Ocak’ta Barış için Akademisyenler (BAK) metninin açıklanmasından sonra üniversitede ağır bir baskı dönemi yaşadık. Önce soruşturmalar açıldı; bunlar bir türlü sonuçlandırılmadı. Ardından yurt dışı görevlendirilmelerimiz engellendi, izinlerimiz verilmedi. Derslerimiz elimizden alındı, araştırma merkezleri rektörlüğe bağlandı. Araştırmalarımız için verilen akademik teşviklerden yararlanma koşulu olarak ‘Soruşturma geçirmemiş olmak’ diye bir koşul getirildi. Proje başvurularımız hem rektörlük hem de TÜBİTAK tarafından gerekçe gösterilmeksizin reddedildi ve böylece araştırma yapmamız engellendi. Araştırma görevlisi ve yardımcı doçent düzeyindeki arkadaşlarımızın görev uzatmaları gerekçesiz bir biçimde bekletildi. Ardından ilk ihraçlar 1 Eylül’de çıkan 672 sayılı KHK ile başladı. Arkadaşlarımız ihraç edildi. Biz onları gönderirken KHK’de yer alan ‘FETÖ’ ibaresinden yola çıkarak bir yanlışlık olduğundan, bu yanlışın mutlaka düzeltileceğinden ve onların geri döneceğinden emindik. Çünkü arkadaşlarımızın ne FETÖ ne de herhangi bir başka karanlık örgütlenme ile en ufak bir ilişkileri olmadığının tanıklarıydık. Ardından diğer KHK’ler geldi.
‘İÇİMDEN İHRAÇ LİSTESİNDE OLMAYI DİLEDİM’
6 Ocak’ta 679 sayılı KHK ile bir grup arkadaşımız daha ihraç edildi. Ağır bir süreçti. Düşünün aynı koridoru paylaştığınız, birlikte ürettiğiniz ve birlikte paylaştığınız meslektaşlarınız birer birer eksiliyor. Mesela ben 1996 yılında araştırma görevlisi olarak başladığımda 3 kişilik odamız vardı. 1 Eylül KHK’si ile giden Gülseren Adaklı benim o odayı paylaştığım arkadaşımdı. Ardından 6 Ocak’ta çıkan KHK ile yine aynı odayı paylaştığım arkadaşım Sevilay Çelenk gitti. İkisi de insanlıklarına, akademik emeklerine tanıklık ettiğim insanlardı. Genç araştırma görevlisi arkadaşlarım, meslektaşlarımın gidişlerine tanıklık ettim. Dediğim gibi çok ağırdı bu tanıklık ve gelinen noktada ‘Bir KHK daha çıkarsa onun içerisinde ben de olayım’ diye dilemeye başladım içimden. Çünkü bir kere daha meslektaşlarımı yolcu etmeye katlanamazdım. KHK’de ismimi görünce açıkçası bir rahatlama yaşadım.
Ancak bu rahatlama elbette ki hiç üzülmediğim anlamına gelmiyor. Özellikle genç akademisyenlerin, araştırma görevlisi arkadaşlarımın ihracı beni çok fazla üzüyor. Daha birkaç gün önce master tezini bitirdiği için kutladığımız, doktora tezini bitirmesine birkaç ay kalmış, doçentlik başvuruları tamamlanmış ve jürileri oluşturulmuş gencecik, pırıl pırıl insanlar ihraç edildi. Ben 21 yıl içerisinde dersler verdim, öğrencilerim oldu, makaleler ve kitaplar yazdım, öğrendim ve öğrettim. Ancak bu genç akademisyenlerin öğrencilerine verecekleri ve onlardan öğreneceği çok şey vardı.
‘DÖNDÜĞÜMÜZDE HER ŞEYİ YENİDEN İNŞA EDECEĞİMİZ BİR ZEMİN OLACAK’
İhracınızdan sonra üniversitede geriye ne bıraktığınızı düşünüyorsunuz?
Üniversite bina ve odalardan ibaret değil. Akademi içindeki insanlarla akademidir. Biz o yüzden üniversiteyi beraberimizde götürüyoruz. Kalan şey dört duvardan ibaret. Kalanlar için çok üzülüyorum artık üniversite olmayan bir yerde yaşamlarını sürdürmeye çalışacaklar ve bu onlar için hiç kolay olmayacak. Çünkü gidenler itaat etmedikleri için gittiler, kalanlar ise kalmayı sürdürmek için artık itaat etmek zorundalar. Oysa Adorno’nun dediği gibi ‘Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar.’ Benim kendi adıma bırakmakta en çok zorlandığım ise öğrencilerim. Ama diğer yandan biliyorum ki, öğrencilerim sayesinde ben sesimi, sözümü bıraktım oraya. Bir öğrencim ihracımdan hemen önce bana ‘Hocam düşündüm, siz giderseniz, bu koridorlarda sizin sesinizi yankılandırmaya devam etmek zorundayım’ dedi. Bunu bilmek bana iyi geliyor. Eminim biz geri dönene kadar sesimiz, sözümüz öğrencilerimiz sayesinde oralarda yankılanacak. Döndüğümüzde ise yine öğrencilerimiz sayesinde her şeyi yeniden inşa edeceğimiz bir zemin olacak.
Sokak akademileri, Dayanışma Akademisi gibi örnekler var ama siz çalışmalarınızı nasıl sürdüreceksiniz? Bu tür girişimler kalıcı olabilir mi?
Bu süreçte Ankara’da Sokak Akademisi ve Ankara Dayanışma Akademisi kuruldu. Bilgi üretmek ve üretilen bilgiyi toplumsallaştırmak için eminim başka formlarda akademiler de yaratacağız. Buna mecburuz. Bu bizim inandığımız, yapmayı bildiğimiz ve vazgeçmek istemediğimiz bir iş. Bunların kalıcı olacağından da eminim. Çünkü öyle bir eğitim ortamı oluşturuldu ki, içinde bulunduğumuz dünyaya dair tek bir açıklama insanlara dayatılıyor. Oysa insanlar dünyayı anlamak ve anlamlandırabilmek için farklı açıklamaları da bilmeye ihtiyaç duyuyorlar. Bizim yaratacağımız kurumsal olmayan akademi formları, işte insanların dünyayı anlamak ve anlamlandırabilmek için bilme ihtiyacı duyduğu bu farklı açıklamaları sağlayacak, o yüzden de kurumsal akademi dışında bizler bilgiyi üretmeye, onu toplumsallaştırmaya, bu bilgiyle dünyayı değiştirmeye devam edeceğiz.
İhraçlara ciddi tepkiler oldu. Ama iktidarın akademisyenleri “terörize etmek” gibi bir niyeti olduğu anlaşılıyor. Öğrencilerinize ve tüm kamuoyuna bu konuyla ilgili söylemek istedikleriniz var mı?
Ben sosyalistim. Bütün sosyalistler gibi eşitlik ve özgürlüğü önemsiyorum. Eşitlik ve özgürlük yoksa barış ve adalet de olamaz. Şiddetin her türlüsü de özgürlüklere ve eşitliğe zarar verir. O yüzden benim iddia edildiği gibi ‘terör’ yanlısı olmama da olanak yok. İhraç edilen genç bir meslektaşım “Aslında bizi atanlar bizim terörist olmadığımızı en iyi bilenler” dedi. Bütünüyle katılıyorum. Ben barış için, ifade özgürlüğümü kullanarak bir irade gösterdim. Elbette ki şiddetten yana değilim. Bu ülkedeki şiddetin kaynağını da herkes biliyor bence.
‘İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ SAVUNMADAN AKADEMİK ÖZGÜRLÜK SAVUNULAMAZ’
Barış için Akademisyenler metnini, dayanışma için 11 Ocak sonrasında imzaladınız. Arkadaşlarınıza destek için attığınız bu imzadan pişman oldunuz mu?
Hiç olmadım. Ben Barış için Akademisyenler metnini 13 Ocak’ta imzaladım. Daha önce farkına varsam yine imzalardım. Ancak bir biçimde farkına varmamıştım. O yüzden de imzalarını kamuoyuna açıklayan ilk 1128 kişinin içinde olamadım. Ben metni imzalarken, imzacılar çoktan ‘vatan haini’ olarak tanımlanmıştı. ‘Bu suça ortak olmayacağız’ demenin, barış talep etmenin suç olmadığına, ayrıca bunun ifade özgürlüğü içinde değerlendirilmesi gerektiğine inancım tamdı. Ben akademik özgürlükleri savunuyorsam, ifade özgürlüğünü de savunmalıydım. O metne imza atmamak, savunageldiğim bütün akademik özgürlüklerden vazgeçmem anlamına gelirdi. Ben aslında ilk imzalayan 1128 kişinin ifade özgürlüğünü değil, kendi ifade özgürlüğümü de savunmak için ‘Bu suça ortak olmayacağız’ dedim ve o imzayı attım. Yani arkadaşlarım için fedakarlık yapmadım.
‘HAYIR’ GERİ DÖNÜŞÜMÜZ İÇİN İLK ADIM OLACAK
Geri döneceğinizi düşünüyor musunuz?
Geri döneceğimizden eminim. Ama bunun uzun sürebileceğini de biliyorum. Bizim ne zaman geri döneceğimizi, bütün bu baskı ve şiddet ortamını ne kadar geriletebildiğimiz belirleyecek. Türkiye’de demokratik bir düzenin oluşması, hukukun işler hale gelmesi gerekiyor ki biz üniversitelerimize geri dönelim. Bu yüzden 16 Nisan’da yapılacak referandumu önemli buluyorum. Referandumun sonucu bizim hangi vadede döneceğimizi belirleyecek. Referandumda anayasa değişikliğine ve tabii ki başkanlık sistemi ile tesis edilmesi düşünülen rejime ‘hayır’ denmesi, bütün bu baskı ve şiddet ortamını geriletme yönünde ilk adım olacak. Türkiye’de kendi sınırlarına ulaşmış olan bu yönetim biçiminin değişimi için başlayacak yürüyüşün başlangıcı olacak. Kaçınılmaz olan değişim mutlaka barışın inşası, hakların ve özgürlüklerin tanınması, adaletin tesisi yönünde olacak. Bu değişimin ne kadar zaman alacağı, benim üniversiteye hangi vadede geri döneceğimi de belirleyecek.
‘KENDİLERİNE KARŞI DA DÜRÜST DEĞİLLER’
Akademide yaşananlara sessiz kalan akademisyenler var. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Ankara Üniversitesinde yaşadığımız akademik baskının temel sorumlusu olan Erkan İbiş, Temmuz ayının başında üniversite rektörlük seçiminde oyların üçte ikisini alarak yeniden rektör seçildi. Bu üniversitedeki öğretim üyelerinin üçte ikisinin bize yapılan baskıyı kabullendiğinin ve onayladığının göstergesiydi. Yani bu insanlar bizim ifade özgürlüğümüzü önemsemedi, dolayısıyla akademik özgürlüğü önemsemedi. İfade özgürlüğünü ve akademik özgürlükleri önemsemeyip, kendilerini hâlâ akademisyen ve bilim insanı olarak tanımlıyor olmaları sadece bize karşı değil, kendilerine karşı da dürüst olmadıkları anlamına geliyor.
Elbette ki tüm meslektaşlarımızın bizim imza attığımız metne imza atmaları gerekmezdi ama bazıları bizim ifade özgürlüğümüzü, kendi ifade özgürlükleri için savunmaya da yanaşmadılar. Sessiz kalmayı, kayıtsızlığı tercih ettiler. Üstelik fakülte kurullarına, bölüm kurullarına getirilen dayanışma taleplerini de reddettiler. Bunu yaparken de kendilerine ideolojik, politik mazeretler ürettiler. Bu kurul kararlarına diğer meslektaşları tarafından atılan imzaları, bizim barış için attığımız imzaları çeşitli biçimlerde değersizleştirmeye çalıştılar. Bizler ihraç edildikten sonra ise bir geçmiş olsun dileği, bir kucaklaşma ile kendi sorumluluklarından ya da belki sorumsuzluklarından arınmaya çalıştılar. Herhalde bize dürüst davranılmamasının en acı veren biçimlerinden birisi de buydu.
Evrensel'i Takip Et