30 yıllık değil 30 asırlık mesele: Kadınlar vardır!
Yazar Tülin Tankut ile Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları isimli romanını ve kadınların var olma mücadelesini konuştuk.
Didem ÇELİK
Tülin Tankut’un mesleği kimya mühendisliği. Edebiyata olan eğilimi ise ‘kadınlık dertlerini daha iyi nasıl anlatırım’la başlamış, sonrasında ise kadın olma hallerini anlatan pek çok kitaba imza atan, kadınların tarihini bugüne taşımak için birçok kadın örgütlenmesinin içinde emek veren bilge bir kadın yapmış onu. Tülin Tankut aralık ayında Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları isimli romanı ile 30 yıllık bir iç çekişi, aslında 30 asırlık bir iç çekişi taşıyor bugüne. Kadınların kendini tamamlanmış hissetmek için kendinden feda etmek zorunda kalmadan bir birey olarak kabul görmek için verdiği çabanın iç çekişi. Bu 30 yıllık serüven elbette ki kadınların 30 asırlık mücadelesine sırtını dayıyor. “Biz varız” mücadelesine... Tülin Tankut’un romanı biz kadınlara biraz da küçük görünen ama aslında çok büyük olan kazanımlarımızı hatırlatması bakımından “biz varız” sözünü güçlendiren bir roman. 8 Mart vesilesiyle bir kere daha “biz varız” demek için sayfamızı Tülin Tankut’a, nam-ı diğer Tülin ablamıza ayırdık.
Bu roman 30 yıl önce yazılmaya başlanmış aslında. 30 yıldır anlatılmayı bekleyen bir hikaye olarak yalnızca çalışma masanızda değil aynı zamanda hayatınızda da yer etmiş belli ki. 30 yıl önce memleketin darbe gündemi içinde, genç bir kadın olarak başladığınız satırlarınızı bugünün Türkiye hallerinde yayınlanabilir kılan neydi sizce?
30 yıl önce romanı yazarken kadın-erkek okur ayrımı yapmayı düşünmemiştim. Çünkü romanda erkek karakterlerin de ağırlıklı bir rolü vardı; zaten onlar olmasa irdeleme güdük kalırdı. Ancak bu yıl yayınlatmaya karar verirken kadın okurlar arasında ayrıma yol açacak bir şeyler olup olmadığını kontrol ettim. İçinden geçmekte olduğumuz sancılı süreç beni buna itti. Sözgelimi, kapalı ve açık kesimden kadınlar olarak, aynı kavramları kullandığımız halde birbirimizi anlamakta güçlük çekiyoruz. Demokrasi, özgürlük- ki, en çok biz kadınlara gereklidir- türünden kavramlar, tanımlar, kategoriler v.b. sorgulanması, bütün bunların kadın kimliğinin inşasındaki rolünü ortaya çıkaracağı için önemli. Örneğin, ev işlerinin, eş, çocuk, hasta, yaşlının bakımının “görünmezliğini” sağlayan “ev hanımı” tanımını ele alalım. Birçok kadın “çalışmıyorum, ev hanımıyım” diye tanımlıyor kendini. Dolayısıyla kapitalizm eleştirilerinde kadının ev içi emeğinin köle emeğiyle eşleştirilmesi boşuna değil. Cinsiyet ayrımcılığı sınıfsal egemenlik kurmada ve bunu korumada rol oynar. Kapitalizmi ayakta tutan nedenlerden birinin de bu olduğu, başka bir deyişle kapitalizmin bundan ekonomik yarar sağladığı gerçeği, tüm kadınları, hepimizi ilgilendiriyor.
Kitabın kahramanlarından Zeynep aslında çocukluğundan beri yalnızlık çekiyor. Evliyken öğretmen arkadaşları ve solcu çevrelerin etkisiyle düşün dünyası değişiyor. Toplumcu ütopyaya sahip çıkıyor ve bırakmıyor. Ama sesi de yükselemiyor. Aslında sorun bu: Zeynep’in “sessizliği”. Ve bu sessizlik 30 yıl önce de 30 bin yıl önce de derdimizdi. Bugün de öyle.
Ama dönem aynı zamanda darbe sonrası ilk kez sokağa çıkan kesimlerin kadınlar olduğu, öncesinde sosyalist kadın örgütlenmelerin kadınları güçlendirdiği bir dönem. Bu sessizlik neden?
Zeynep sömürüyü ve cinsiyet ayrımcılığını yaşamın her alanında - aile, akraba, iş, evlilik- her yerde yaşıyor. Sistem ona mutlu olma fırsatı vermiyor, neredeyse “ yaşamak yasak” deniyor Zeynep’e. Bakıyoruz, bir yandan toplumcu düşüncelerinin pratikte doğrulanabildiğini gördükçe güçleniyor. Ama eyleme geçmesi de pek kolay olmuyor. Askeri darbe öncesinde ve sonrasında düşüncelerini hayata geçirme azminde olanlara yapılan zulme tanık olmuş çünkü, ürkekleşmiş. Bir kadın- üstelik dul!- olarak yaşamını, ataerkil değerlerin gücünü ve otoritenin soluğunu ensesinde hissederek sürdürmeye çalışıyor yaşamını. Ancak biliyoruz ki 1975-80 arası, soldaki kadınların parti, sendika, meslek kuruluşları ve kadın derneklerinde kitlesel olarak çalıştıkları yıllar. Çok başarılı işler yapmışlar. Zeynep onları hayranlıkla anıyor. Dolayısıyla boşandıktan sonra bu kadar “sessiz” kalmayabilirdi. Ama unutmamız gereken şey şu oluyor; bu biraz da ortam meselesi. Siyasi mücadeleye katılmak güçlü motivasyonlar istiyor. Ama Zeynep’in günlük yaşamda karşılaştığı sömürü ve baskı deneyimlerinden duyduğu rahatsızlığı ortaya çıkarması, zorunlu bir başlangıç noktası olarak siyasi açıdan önemli. Çünkü arkasından toplumun baskı ve sömürü mekanizmalarından nasıl kurtarılabileceğinin kavranmasına sıra gelecek.
EŞİTSİZLİĞİN TOPLUMSALLIĞINA BAKMAK VE KİŞİSEL ÖZGÜRLÜK
Kadın karakterlerin her birinin hikayesi farklı ama kesiştikleri yer ortak. Her biri kadınlık durumlarından kesişiyorlar bir yerde. Bu kesişimden değişim çıkıyor mu? Çıkar mı?
Ben kişiselmiş gibi görünen sorunların, toplumsal nedenlerini keşfetmenin kişinin özgürlük arayışı serüvenini kolaylaştıracağını savunuyorum, Zeynep’te olduğu gibi.
Diğer kadın karakterlerden Sumru ev kadını. Onun hikayesi, neredeyse tüm kadın sorunlarını kapsıyor. Ama o, Zeynep’in tersine, yaşamını değiştirip dönüştürmeyi kendine mesele edinmemiş. Onun bu rolü kabullenmesinin arkasında ailevi nedenler var. Aile içi dayanışma duyguları güçlüdür bizde. Sistemin mağdur ettiği kişiler, haksızlıklarla mücadele için birbirleriyle kenetlenirler. Ailesine sahip çıkmak zorunda kalan Sumru’nun da böyle bir “lüksü” olamıyor.
Kadının tutsaklığı yalnızca eve kapatılmakla gerçekleşmez. Nitekim Zeynep dönüşüm sürecinde, “erkek kültürü”nün fazlaca etkisi altında kaldığını, düşüncelerinin kendine ait olmadığı kaygısına kapılarak özeleştiri yapar. Sumru ise Zeynep’in imalarına karşın kadının eril ideolojinin yol açtığı “zihinsel tutsaklığı” ile yüzleşmekten kaçar.
Ev kızı Yaşar eğitimsiz, pusulasız ama kadınlık rolüne oldukça radikal bir biçimde karşı çıkıyor.
Zeynep düşünmekten eyleme geçemiyor. Yaşar düşünmeden eyleme geçiyor. Yaşar, işçi kimliğini sahiplenerek, ailesinin ayaklar altına aldığı özsaygısını onarmaya çalışıyor. Ve bence geleceğe umudu temsil ediyor.
1980’LERDEN 2017’YE... NE DEĞİŞTİ?
Yanıtı uzunca bir soru. Toplumsal algının eril niteliği değişmedi. Parlamentodaki milliyetçi-muhafazakâr anlayışa mensup siyasetçiler, bu konuda kendi düşünce kalıplarını aşamıyor. Dolayısıyla karşımıza “gelenek” duvarı çıkıyor. Toplumsal denetim yasalarla sağlanır ancak geleneksel toplumlarda dinin gücünden yararlanılır. Bugün ülkede durum bu. Öte yandan tüm dünyada işsizliğin yol açtığı “erkeklik kriz”inden söz ediliyor. Bugün hâlâ aynı sorunların kıskacındayız. Kadınlar topluma eşit yurttaşlar olarak katılabiliyorlar mı? Kadınların da topluma karşı bireysel ve politik yükümlülükleri var. Ülkenin bağımsızlığı, sömürü, baskı yalnızca erkekleri mi ilgilendiriyor? Bu sorunun muhatabı sosyalist örgütlerdir. Solun temsil gücünün artması, bu yapılarda politik özne olarak yer alan kadınların sayısının artmasına bağlı değil mi? Peki kadın hareketi? O bu soruların neresinde? Kadın hareketleri, otuz yıldır toplumu etkilemeyi başarıyla sürdürüyor; hedef genişletme girişimlerini engellemeye yönelik baskılara direniyor. Kadın kimliği, tarihsel ve toplumsal güç ilişkileri içinde inşa edilmiştir. Dolayısıyla değişmez değildir. Ülkemizde kadın hareketlerinin dalga dalga yayılması sayesinde bugün kadın kitleleri bunun mücadelesini veriyor. Önümüzdeki süreçte de “değişim”e hazırlıklı olmak durumundayız.
KAPİTALİZMİN CİNSİYETÇİLİĞİNİ GÖRMEDEN ONUNLA MÜCADELE EDEMEZSİN
Romanı, toplumun biçimlendirdiği kadından, siyasal kadına dönüşüm hikayesi, olarak da okuyabiliriz. Tam bu noktada sol çevrelere karşı örtük bir serzenişte bulunuyorsunuz...
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kapitalist sisteme karşı mücadele kapsamı dışında bırakılabilir mi? Sistem, kadının “ev içi emeği”nden ekonomik yarar sağlıyor. Ev işi, çocuk, yaşlı, engelli ve hastanın bakımı, işçi ve emekçi hareketlerinin girmediği bir alanda – “ev”de- yapılıyor! Şiddetin de en çok yaşandığı evde. Dolayısıyla kapitalizmin “alternatifi” düşünülürken “ev” ihmal edilmemeli. (Kayıt dışı ekonomi de cabası) Bir kez daha vurgulayayım sınıf politikaları, kapitalizmin toplumsal cinsiyet ayrımcılığını görmezden gelmekten vazgeçmeli.
DENETİM SOPASI: KOCA VE BABA
Romanı okurken dikkatimi çeken bir nokta da Zeynep öğretmenin aile dostu olan Sait Amca. Devrimci bir karakter. Aile bireyleri ile de “devrimci olma” kıstaslarıyla kuruyor ilişkisini; kızı için ‘o benim eserim’ diyor. Fakat kızı bir gün gelip de kendisinin onun için hayal ettiği standartların dışına çıktığında ise -anne olmak, işine ara verip çocuğuna vakit ayırmak gibi- hayal kırıklığına uğruyor. Peki kendisinin kızı üzerinde bunca söz sahibi olabilir durumda oluşu ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Cumhuriyetin ilk yıllarında babalar kız çocuklarının okumasını isterdi. Yeni kurulan bir sistem içerisinde genç kadınlar vitrin olarak görülürdü. Bu, babanın yani solcu aydınların kadına bakış açısını gösteriyor. Kızını cinsiyetsiz görüyor. Zaten Sait Amcanın romanda olmasının nedeni bu. Devrimci, kadın hakları savunucusu fakat kızını kadın kimliği ile görmüyor. Mesela Zeynep’in de babası ve kocasıyla derdi var. Bildiğiniz gibi, kadının aile içinde denetimi görevi, erkeğe devlet tarafından verilmiştir. Zeynep’in babası ve kocası bu görevi ustalıkla ifa eder! O da siyasi ufku genişledikçe babası üzerinden erkek egemen iktidarı sorgulamaya başlar. Doğrusu kadınların burada varmasını istediğim nokta devrimci oluş ile beraber kadın kimliğini muhafaza edebilmeleri.