İntihar değil cinayet!
Ömer Furkan Özdemir, Barış imzacısı olduğu için işten atılan ve sonrasında intihar eden Arş. Gör. Mehmet Fatih Traş için yazdı.
Ömer Furkan ÖZDEMİR
Ölümün, ölümlerin, -sebepleri ne olursa olsun- tek bir kefeye koyularak “kader”le sıradanlaştırılmaya çalışıldığı bir ülkede, geçtiğimiz hafta art arda gelen ölüm haberleri de aynı pervasızlıkla ülkeyi yönetenler tarafından görmezden geliniyor. Ancak ortada üstü örtülemeyecek bir cinayet var. Üstelik planlı bir cinayet.
Dr. Mehmet Fatih Traş “intihar etti”, diyordu haber, Çukurova Üniversitesi’nde asistan olarak çalışırken, Türkiye’de akademinin ilk basamağı asistanlığın 50/d belasıyla çalıştırılmasının bir sonucu olarak doktorasını tamamlar tamamlamaz, yani dr. ünvanını aldığı gün, andığımız “50/d” maddesi uyarınca üniversiteyle ilişiği kesilmiş bir akademisyendi Mehmet hoca ve çünkü aynı üniversitede veya başka bir üniversitede akademisyenliğe devam edebilmesi için ya “33/a” maddesinden Arş. Gör. Dr. olarak ataması yapılması gerekiyordu ya da daha şanslıysa yine kişiye özel bir “Yrd. Doç.” Kadrosu tahsis edilmesi gerekiyordu. Ama hiçbirisi olmadı, olmadı çünkü Mehmet Fatih hoca “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barış bildirisinin de imzacılarındandı. Doktora öğrenimi sırasında ne kadar başarılı çalışmalar yaparsa yapsın, tezini verdiği gün -padişah yetkileriyle donatılanlar tarafından kendisine “kadro bahşedilmemişse- ilişiği kesilen her 50/d’li asistanın yaşadığı işsizliğe ek olarak Mehmet Fatih hoca, 1 yılı aşkın süredir yüzlerce barış imzacısı akademisyenin yaşadığı, ülkeyi yönetenler tarafından hedef gösterilmeye maruz kalmıştı. Bir şekilde, aynı fakültede, çalıştığı bölümün talebiyle dışarıdan ders vermeye başlamıştı ama bu kez de “vatan haini, terrorist” gibi yine ülkeyi yönetenlerin kendilerinden görmediği herkese kolayca yönelttikleri suçlamalar sonucu verdiği dersler elinden alındı ve bu kez iki kez ağırlaşmış bir işsizliğe mahkum edildi. İki kez çünkü artık ülkenin hiç bir üniversitesinde iş bulma olanağı kalmamıştı, elinden alınmıştı. Herhangi bir “yargı kararı” olmamasına rağmen yargılanmadan terörist ilan edilmişti. Mehmet Fatih hocanın yaşam hakkını elinden almaya çalışanlar onu ölüme sürüklediler. Tıpkı henüz bir yargılama dahi başlamadan suçlu ilan edilerek “FETÖ soruşturmasından açığa alınan” Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sadık Akdağ’ın intiharı gibi. Tıpkı Dr. Orhan Çetin gibi. Ve dahi bir yandan insanca yaşam hakkı mücadelesi verirken bir yandan da kansere karşı savaşımında artık daha fazla dayanamayan barış imzacısı Prof. Dr. Eren Deniz Tol’un kansere yenik düşmesi gibi.
İnsanlık tarihinin, devletlerin ortaya çıktığı ilk günlerden bu yana vermeye çalıştığı imtihanı, insanın, insanca yaşama hakkının kazanılması olarak da özetleyebiliriz. Sınıflı toplumun siyam ikizi devletin kontrolsüz güç kullanımının da bir anlamda sınırlandırılmasıyla yoğrulan bu süreçte hukukun (hakların) evrimi de onun muhataplarının savaşımlarıyla şekillendi. Bugün uluslararası sözleşmelerden anayasalara dünyanın dört bir yanında bir yanıyla asimetrik ama diğer yandan evrensel hukuk ilkeleri diyebildiğimiz referansla bugün hakim olan hukuk bağlamında da tekrar etmek gerekiyor ki yaşananlar cinayetten başka bir şey değildir. Cinayettir çünkü kişinin, üstelik kendisinin kazanarak var ettiği işi elinden alınmıştır. Cinayettir çünkü kişinin bir bütün olarak çalışma hakkı elinden alınmıştır. Cinayettir çünkü kişinin bir çok yurttaşlık hakkı, yürürlükte “hukuksuzlukla” askıya alınmıştır ve giderek kişinin yaşam hakkı elinden alınmak istenmiştir. Bu yüzden cinayettir. Üstelik planlanan ve kasten gerçekleştirilen bir cinayettir.
Araya girerek yeniden vurgulamak ve hatırlatmak gerekir: Çalışma hakkı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden, Avrupa Sosyal Şartı’na ve bugün askıya alınmış anayasamıza kadar temel bir hak olarak yer almaktadır. Yaşam hakkı elbette herşeyden once gelen en temel insan hakkının bizatihi kendisidir. Vurgumuzu tonlayarak hatırlatmak gerekir ki haklar hiç bir zaman “bahşedilmemiş” daima “kazanılmıştır”. Tıpkı yaşamın da kazanıldığı gibi.
HAYIR’A BAĞLI
Devam ederek ve elbette eklemeliyiz ki bugün “askıya alınmış olan” hukukun yerine “hukuksuzluğun hüküm sürdüğünü” söylemek de yanlıştır. Bugün de yürürlükte olan bir “hukuk” vardır, devletin ortaya çıktığı ilk günden bu yana olduğu gibi. Ne var ki şu anki hukuk; hakların (hukukun) karşılıklı muhatapları tarafından yürütülmüş türlü mücadele ve müzakerelerin tarihsel dengeleri tibariyle oluşmuş ve görece “demokratik-laik-sosyal-hukuk devleti” bağlamındaki mevcut anayasa ve yasaların askıya alınıp bunun yerine, sınırları belirtilmeyen, ülkeyi yönetenlerin ihtiyaçları doğrultusunda her gün yeniden yazılan ve silinen “haklar” üzerine kurulu; ve bir an once kendisini gerçekleştirmek isteyen yeni bir hukukun ara rejimidir. Hepimizin bildiği gibi bunun için “geriye sayım”ın şimdilik kaderi de 16 nisan referandumundan çıkacak “hayır”a bağlıdır. Bugün “hukuk yok ki zaten ortada” dediğimiz “hukuksuzluğun” “hukuku”nu kalıcı hale getirmek isteyen, tek bir kişinin, örneğin geçen yıl binlerce akademisyeni hedef haline getirip bütün bir devlet aygıtının imkanlarını bu yönde kullanan tek bir kişinin “hukukunun” hayata geçirilmesinin hedeflendiği bir referanduma diğer her şeyin yanısıra bir de kendi çalışma hakkımız ve yaşam hakkımız çerçevesinde bakmak gerekiyor. O halde bugün onbinlerce insanı önce çalışma hakkından ve yine bunun açtığı yolda giderek genel yurttaşlık haklarından ve nihai olarak yaşam hakkından yoksun bırakan bir “hukuk”u uygulayan devlete karşı insanca yaşam hakkımızı ve bu doğrultuda artık yeter diyerek insanca yaşayacağımız bir ülkeyi savunmak için, yaşam hakları ellerinden alınarak daha fazla cinayetetanık olmamak için, hiç kimsenin yarın işimden olur muyum kaygısıyla gün tüketmediği, geleceğe güvenle baktığı bir ülke için haykırmak gerekiyor: Hayır!
Evrensel'i Takip Et