Orada dur Monşer, Almanya’ya gidiyoruz!
Nuray Sancar Almanya’nın Bakanlara getirdiği yasağı yazdı: Almanya Hükümetinin Türk Bakanlara yasak koyması onun demokrasi aşkından kaynaklanmamıştır.
Nuray SANCAR
Diplomasi gergin bir ipin üzerinde yürümeye benzer. Ulusal çıkarlar adına maksimum faydayı sağlamak için yılanı deliğinden yumuşatarak çıkarma sanatıdır bir bakıma. İç dengeleri kendi kulvarına doğru yönlendirmeye çalışırken kamuoyuna, seçmenlerine seslenen siyasetçiye serbest atış imkanı sağlayan sakınmasızlık, devletin kısa vadeli olmayan stratejik çıkarlarını gözetmek zorundaki diplomatın ölçülü, ihtiyatlı dengeciliğiyle ödünlenir. Uzlaşmanın ya da aba altından sopa göstermenin diplomasiye özgü incelikli söyleme tarzı, seçeneklere açık çift anlamlılık; uluslararası ilişkilerin geçmiş birikimlerinden damıtılmış, diplomasi özel bir meslek haline gelmiştir.
Böyle bir diplomasi geleneği artık göçmüş görünüyor. 2009’daki Davos zirvesinde Şimon Peres’e karşı Erdoğan’ın ünlü One Minute çıkışı bir dönüm noktasıdır. “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” sözüyle diplomatik teamülleri sarsan Erdoğan, bundan bir yıl sonra monşerler diye hitap ettiği diplomatlar nezdinde diplomasiyi gereksizleştirecek ön konuşmaları yapacaktı. Nitekim o zamanki hükümetin çıkardığı bir torba yasayla diplomasi özel bir meslek olmaktan çıkarılarak diplomatlar düz memur statüsüne indirildi. Bu, iç siyaset ile diplomasi arasındaki mesafenin kapanması anlamına geliyordu elbette. Ama diplomasi lazımsa onu da başbakan yapardı nasıl olsa!
Hariciyeye müdahaleden sonraki süreçte iç politika ile diplomasi arasındaki nüansın silindiği; iç ve dış politikanın nerede başlayıp diğerine nerede alan açtığının belli olmadığı bir dönem başladı.
Bugün referandum kapsamında Bakanların Almanya’da propaganda çalışmalarının engellenmesi üzerine Türkiye hükümetinden çıkan sesler, eskinin “monşerler”i tarafından muhtemelen yakışıksız bulunuyor. Almanya yönetiminin Nazilerle özdeşleştirilmesi, “kapıdan çevirirseniz dünyayı ayağa kaldırırım” diklenmeleri siyasetin sabırsız ve nobran dilinin diplomasinin inceliklerinin, hesaplılığının yerini aldığını bir kez daha göstermiştir çünkü. Uluslararası ilişkilerin diplomasiden arındırılmasına ilişkin eğilim, sadece Türkiye’de belirginleşmiyor. Bizdeki gibi uzun bir kurumsal tasfiye sürecinden geçmeyen ABD’de, başkanlık koltuğuna oturur oturmaz devletin alışılmış teamüllerini yıkan, siyaseti ve diplomasiyi kendi diline tercüme eden Trump’ı düzeltmekten helak olan denge-denetleme kurumları, Başkanı “monşer” adabına uydurmakta zorlanıyorlar.
Avrupa, ABD ve Almanya basınının bir kısmı Erdoğan’ın Almanya’ya yönelik sözlerine epey tepki gösterdi. Türkiye’deki tutuklamalara ve gazetecilere yönelik baskı ileri sürülerek Hükümetin referandum çalışmasının bütün Avrupa’da yasaklanması gerektiğini söyleyen siyasetçiler/hükümetler ortaya çıktı. Erdoğan’ı diktatör görenler arasında faşist partiler de var. Örneğin Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük Partisinin “tencere dibin kara” muhabbeti ilginçtir. Erdoğan’a “Bu bizim ülkemiz, uzak dur” pankartı açtılar. Bu muhabbeti yürütenlerin “seninki benden kara” resti, Türkiye’deki hak ve özgürlük kayıplarından endişe edenler bir yana bırakılırsa, Avrupa’da yükselen sağ popülizme gözünü kapatan veya bundan nemalanan siyasetler için “cambaza bak” kıymetinde. Demokrasi adına konuştuklarını ilan etme fırsatını onlar üzerinden bulabiliyorlar.
Oysa aşırı biçimini bu milliyetçi ve dinci reaksiyonda bulan ulusal çıkarlara kapanma sadece faşist partilere özgü değil. Dünyada giderek sertleşen paylaşım savaşı, ABD’de en açık biçimini gördüğümüz biçimde mali tekellerin ulusal çıkarlarını en iyi kollayan siyasetçilerin işbaşına gelmesini kolaylaştırırken Avrupa ülkelerindeki merkez siyasetin kendi ulusal çıkarlarına kırmızı çizgi çekme eğilimini güçlendiriyor. Ulusal çıkarlara uygun siyaset tahkimi süreci; siyasetçi-diplomat- meslekten ajan gibi katı işbölümünün ürünü olan temsili figürleri gereksizleştirerek, başlıca mottosu “barış içinde bir arada yaşama” olan soğuk savaş dönemi diplomasisinin geleneksel normlarını aşındırıyor.
Bu yolda bir hayli yol kat eden Türkiye’den farklı olarak Almanya da, Türk bakanları engelleme girişimini, kendi iç hukukuna dayandırarak tutumunun meşruiyetini gerekçelendirse de devletlerarası ilişkiler bakımından diplomatik teamüllere aykırı davranmış sayılır. Bir kenara atılmak üzere olan geleneklerle henüz inşa edilmemiş normların birbirine karıştığı böyle bir geçiş döneminde Merkel, bu belirsizliği kullanmakta Erdoğan’dan geri kalmamıştır.
Açıkçası Türkiye ile göçmenler, üs kullanımı, ticaret gibi başlıklarda alacak verecek ilişkisi bulunan Almanya Hükümetinin Türk Bakanlara yasak koyması onun demokrasi aşkından kaynaklanmamıştır. Ne var ki bir Nazi geçmişiyle sürekli yüzleşmek zorunda kalmanın şantajlara, tehditlere açık bıraktığı yumuşak karın, Almanya’da iç kamuoyunun, çeper ülkelerin ayarlarına karşı da hassasiyet yaratıyor. Bu karanlık geçmiş, aynı zamanda, dünya piyasasında ve siyasetinde kapanmayan bir pazarlık parantezi. Almanya’nın bakanları engellerkenki diplomatik nezaketsizliğini ülkenin demokratik kurum ve değerlerine dayandırmak zorunda olmasının nedenlerinden biri de bu. Erdoğan’ın İsrail’e yönelik ortak tepkileri one minute çıkışıyla arkasına almaya çalışmasında olduğu gibi. Yoksa Almanya’nın paylaşım savaşının en acımasız yüzlerinden biri, göçmen sorununda insan hayatıyla ilgili kirli pazarlıkların öznesi olduğu gizli saklı bir şey değil.
Merkel’in bakanları engelleme tutumu Türkiye’de, iç ve dış politikada sarpa saran her şeyi ya bir iç ya da dış düşmana fatura eden siyaset tarzını güçlendirecek biçimde elbette kullanılacaktı. Referandum zamanında bulunmaz bir propaganda imkanı sağlayan restleşme, şu bildik “bizim ekonomik büyümemizi kıskanıyorlar”, “bir yalnız Türk dünyaya bedel” retoriğinin yeniden ısıtılmasını kolaylaştırdı. Almanya’nın aşil topuğunu oluşturan Nazi geçmişiyle damgalı açık yara, Erdoğan’a Kılıçdaroğlu’na seslenirkenki kadar rahat bir “ey” savurma, “bunlar” filan diye hitap etme imkanı sağladı.
Bu “ey Almanya”ya Nazi geçmişini hatırlatmanın hizaya getiremeyeceği bir şey var yalnız: Kamuoyu baskısı. Naziliğin saf bir ulusal sendrom olmadığını bilen, geçmişte maruz kalınan siyaset şeytanlığını nerede olsa tanıyacak kadar tecrübeli Alman halkının elinden bırakmadığı bir turnusol kağıdı bu. Bu da demokrasi oluyor. Merkel’in belki görmezden geleceği bir durumu göze sokan ve siyasete ayar veren de asıl bu: halkların dayanışması, diplomasisi.