Referandumun jeopolitiği
Ercüment Akdeniz, referandum tartışmalarını ve başkanlık sistemini yazdı.
Ercüment AKDENİZ
Bir panelde dinlemiştim. Memleket ve dünyanın gidişatını anlatırken Aydın Çubukçu ilginç bir değerlendirmede bulunmuştu: Krizler, savaşlar ve devrimlerle “açılıp kapanan dünya”, yeni yüzyılın bu henüz ilk yıllarında, yine bir kapanma evresine doğru yol alıyordu...
Avusturyalı yazar Stefan Zweig’in “Dünün Dünyası” kitabını okurken, Çubukçu’nun “açılıp kapanan dünya” teorisini yeniden hatırladım. 19. yüzyılın sonlarında (1881) doğmuş olan Zweig; 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişin bütün sarsıntılarını yaşamış ve bunu kaleme almıştı. Bütün geri kalmışlığına ve feodal değer yargılarına rağmen 19. yüzyıl Viyana’sı bir başkaydı! Viyana savaştan uzak bir “yerleşik düzen”, sukunet ve dinginlik merkeziydi. Ama dünya yerinde durmuyor; üretim biçimleri hızla gelişiyor, sınıf çelişkileri keskinleşiyordu. Ne var ki Avrupa burjuvazisi insanlığın gelmiş geçmiş en büyük boğazlaşmalarından birine hazırlanıyordu; 1. Emperyalist Dünya Savaşı’na...
Toprağın ve pazarın yeniden paylaşıldığı bu büyük savaşı bir ikincisi izledi. Faşizmin Avrupa’da yükselişiyle birlikte gelen bu yeni büyük savaş 2. Dünya (Emperyalist) Savaşı’ydı. Zweig ne yazık ki bu ikinci “kapanma” ve boğazlaşma döneminin sonunu göremedi ve 1942’de yaşamına son verdi.
***
Bütün bunları şunun için anlattım:
Bugün, ülkeyi “başkanlık” sistemi için referanduma götüren iktidar sözcüleri de ilginç bir yeni yüzyıl tartışması yapıyorlar. Danışmanlar, baş danışmanlar, havuz medyasının köşe yazarları ve başkanlık rüzgarına kanat açan bütün medya yorumcuları -üç aşağı beş yukarı- hep bu ideolojik referansla hareket ediyorlar.
***
Onlara göre; daha önce ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni” eskimiş, tükenmişti. Dünya “yeni düzensizlik dönemine” girmişti! Hem eski rejimle bu düzensizliğin içinde ayakta durmak ne mümkündü! Başkanlık sistemi de işte bu yüzdendi.
Onlara göre; Brexit kararından sonra Avrupa dağılma sürecine girmiş, AB’nin yakın bir geleceği bile kalmamıştı! Hele bir de mayıs ayında, Avrupa “Le Pen Fransası”nı görürse dananın kuyruğu işte o zaman kopacaktı. Avrupa’nın dağılma süreci hızlanacak, Almanya’nın Akdeniz’e inen bütün yolları kapanacaktı! Vee dağılan Avrupa karşısında Türkiye yükselen bir yıldız olacaktı!
Onlara göre; Almanya kadar Avrupa da yaşlanmıştı. Ne üretecek ne de savaşacak nesilleri kalmıştı! Türkiye öyle miydi peki? Memleket, hem üretecek hem de savaşacak muazzam genç bir nesile ulaşmıştı. Üstelik geriden de daha dinamik bir nesil geliyordu. Ha bu arada NATO’dan ekonomik desteğini çeken, Avrupa güvenliğini sağlamaya artık son veren “Trump başkan” da AB’yi perişan etmişti hani! O halde, güvenlik kalkanı olmayan, ordusuz kalan Avrupa Türkiye’ye el açmaktan başka ne yapabilirdi ki?
Ve yine onlara göre; Dünyada dengeler alt üst olmuş, bloklar çatlamış, yerküre büyük bir hızla yeni bir paylaşım savaşına yaklaşmaktaydı. İşte “başkanlık” tam da yaklaşan bu savaşa büyük Türkiye’yi hazırlamaktı! 16 Nisan’da başkanlık sistemi geçerse, Irak işgalinde olduğu gibi kimse Türkiye’yi oyun dışına itemeyecek ve memleket bir daha “1 Mart” kazaları yaşamayacaktı.
***
Her neyse...
“Onlara göre”ler zaten hiç bitmezdi!
Ve “onlara göre”lerin hepsi “evet”çiydi!
“Evet” ısrarı ya da dayatması nedensiz değildi.
“Evet”, bir başına Erdoğan’ın da değil ama memleketi yöneten ve bütün gücü tek elde toplamak isteyen egemen sınıfların ısrarıydı.
Bu ısrarın sonu; seferberlik kararnameleri, gerektiğinde meclisi fesih ve savaştı.
Bu ısrarın sonu; memleketin Hindistanlaşması, Pakistanlaşması, işçinin emeğinin üç kuruşa satılmasıydı. Japon modelinde olduğu gibi emekçinin sırtına basarak “milli kalkınma” hedeflerine ulaşılmasıydı.
Bu ısrarın sonu; sendikaların kökten bitirilmesi, sınıf örgütlerinin dağıtılması, grevlerin yasaklanması, bütün hak eylemlerinin “dış mihrak”tan sayılmasıydı.
Ve elbette bu ısrarın sonu; içerdeki baskının betonlaşması, “fiili durumun yasallaşması”, olağanüstü halin (OHAL) olağanlaşması, normalleştirilmesiydi...
***
Sahibinin sesi gazetelerde...
Tek ses medyasında...
Sözü bir evetçi bırakıyor, bir diğeri alıyor...
Oh ne güzel!
***
“Almanlarla savaşa girdiğimiz için kaybettik, keşke diğer cephede olsaydık. Almanlardan uzak dursaydık” diyor zat-ı muhteremin biri. Belli, 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde yeni bir ittfaklarla savaşı yeniden denemek istiyor. Öyle ki, işi, Putin Rusya’sı ile Amerikan Trumpçılığa el açmaya kadar götürüyor.
“600 yıl yıllık Osmanlı topraklarına kavuşma hayalimiz hiç bitmedi, bitmeyecek. Buna Adriyatik’ten Çin’e büyük Türk dünyasını da eklemek gerek” diyor bir diğeri. Enver maceracılığının nasıl pahalıya patladığını hiç anlatmıyor ama. Post ittihatçı kafa ile neo Osmanlıcı ittifak yeni maceralara gereksinim duyuyor zira.
***
Bir kapanıp...
Bir açılan dünyada...
Yine bir kapanma evresinde belki evet,
Savaş niye?
Savaşın kaçınılmazlığı niye?
En başa koyacağımız soru belki de bu.
***
Ne demişti ünlü fizikçi Albert Einstein, hatırlayalım:
“3. Dünya Savaşı’nda hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum ama 4. Dünya Savaşı’nda taş ve sopalar olacağını biliyorum.”
Öyleyse hayır deyip geçmeyin.
Çünkü sandığa girecek her hayır tercihi; savaşın, barbarlığın karşısına örülecek insanlık duvarının birer yapı taşı olacak.
Hem bizde hem dünyada...
Dünyanın kapanan haline bakınca şunu söylemek artık pek mümkün:
Hayır’lar çoğaldıkça, Hayır’lar kazandıkça dünya nefes almaya başlayacak.