11 Mart 2017 23:05

Aile devasa bir mahkumiyettir

Alper Kaya, Xavier Dolan’ın Alt Tarafı Dünyanın Sonu filmini aile kavramını işleyişi üzerinden ele aldı.

Paylaş

"Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın…”
Ahmet Erhan

Alper KAYA

Aile birliği ve bütünlüğü, tarih boyunca pek çok yazılı ve görsel esere “ev sahipliği” yapmış konuların sanırım ilk sıralarında gelir. İyilik Yap İyilik Bul / Pay It Forward, Benim Adım Sam / I am Sam, Büyük Balık / Big Fish gibi ‘Böyle şeyler sadece filmlerde olur’ dedirten iyimser zafere kaçış masallarının yanı sıra Yeni Bir Yaşam / Life as a House veya Senden Bana Kalan / TheDescendants benzeri yıkılan bir aile sonrasında küllerinden doğan ‘ötekileştirilmiş ebeveyn’ kavramı da sıkça karşımıza çıkıyor.

Ancak, bu tarz yapımlar genelde gerçeküstü hiçbir öge barındırmamasına rağmen gerçek olamayacak kadar masalsı hikayeler içeriyor. Aile kavramı ele alınacaksa, edebiyat kulvarında Stephen King’in basit, sevecen görünen taşralı aile motifinin içindeki hırs dinamitlerini patlatmasını apayrı bir yere koymalıyız ve hatta en şaşaalı yapımları ailenin ambalajı olarak göreceksek, King’in eserlerini o ambalajın içinden çıkan sürpriz hediye olarak nitelendirmeliyiz.

Son yıllarda, bundan beş yıl öncesinde emekleme çağında olduğu öne sürülen pek çok yönetmenin artık tarzlarını oturttuğunu ve belli bir yola saptıklarını rahatça gözlemleyebiliyoruz. Bu yönetmenlerden birisi de Xavier Dolan.

İlk uzun metrajıyla bile ‘sinemanın dahi çocuğu’ yakıştırmasını alan Dolan’ın o günden bugüne kariyerinde pek çok şey (iyi anlamda) değiştiyse de kadrajına sığdırdığı tema sadece esnemeye devam etti. Nitekim, 2014’te vizyona giren Mommy benzeri yeni filmiyle şu sıralar beyazperdede arz-ı endam eyliyor: Alt Tarafı Dünyanın Sonu / Juste la fin du monde.

HİKAYENİN YAZARIYLA TAŞIDIĞI PARALELLİK

Alt Tarafı Dünyanın Sonu, izlediğiniz sırada da bas bas bağırdığı üzere bir tiyatro oyununun uyarlaması. 90’lı yıllarda Jean-Luc Lagarge’nın yazdığı oyundan uyarlanan sinema filminde bu altyapıdan kaynaklı olarak karakterler büyük önem taşıyor.

Filmin baş karakteri, ölmek üzere olan ve 12 yıldır ailesiyle görüşmeyen; bu hastalığını söylemek için ailesini ziyaret etmeye karar veren eşcinsel bir yazar. Bu tanımlama, orijinal eserin yazarı Lagarge’ın hayatıyla ciddi bir paralellik taşıyor ve bu paralelliğin gerçek olma ihtimali bile insanın boğazına bir yumru oturmasına neden olabiliyor. Karakterimiz bir uçak yolculuğu sonrası evine geliyor ve o gittiğinde 10 yaşında olan kızkardeşi, evlendiğinde yanında olmadığı agresif abisi ve abisinin hiç görmediği karısı ile annesiyle karşılaşıyor.

KARAKTERLERİN YAPISI

Bittabi, bu karakterler tesadüfen seçilmiyor. Sık sık kafası güzel gezen ve en son çocukken gördüğü abisinin yazılarını, röportajlarını kesip duvarına yapıştıran (haliyle ona büyük bir hayranlık besleyen) kızkardeş; safiyane sevgi timsali. Uğradığı en büyük haksızlığın en zor geçirdiği yıllarında nispeten daha yakın hissedebileceği abisinin onu terk etmesi olduğunu düşünmesine rağmen ona duyduğu hayranlığı da bastıramıyor.

Abi keza, sinirleri bozuk ve net bir şekilde agresif bir yapıya sahip olmasının nedenini küçük kasabayı terk edip (hatta açık bir ifadeyle ‘ailesini geride bırakıp’) büyük şehre giden, bu şehirde tutunmayı ve yükselmeyi başaran kardeşinin yaptığını yapamayıp ufak bir marangoz dükkanında tıkılı kalması olarak görüyor. Bu haliyle, aslında çok hayat dolu bir yapıya sahip olabilecekken tek dünyası çocukları ve sinir hastası kocasından ibaret kalan karısının da pısırık ve özgüvensiz bir yapıda oluşu netlik kazanıyor.

Anne figürü ise, biraz derleyip toparlayıcı kimliğe sahip gözükse de elinden bir şey gelmediği için dağınık bir odayı daha da dağıtma pahasına evin ortasında dans edebilecek kadar umursamaz yahut görmezden gelen bir karakter üzerine kurgulanmış.

Sahne geçişlerinde yavaşlığı, geniş açıları, diyalogsuz gerilim anlarını ve diyaloglu gergin anları bolca kullanan Dolan’ın tarzında bir heyecan kokusu var esasında. Hikayenin onu epeyce heyecanlandırdığı aşikar. Mizah dozu da, dram dozu da yeterince kullanılmış. Öyle ki, filmin son sahnesine dek olduğunuz yerde çakılı kalmıyorsunuz belki ama finaldeki vuruş; sizi yerinize mıhlamaya yetiyor.

AİLE KAVRAMINA SAĞLAM BİR KROŞE

Bütün bunların da ötesinde Alt Tarafı Dünyanın Sonu, sahip olduğu sinematografik duruşun da ötesinde sağlam bir kroşe indiriyor aile kavramına. Üstelik bunu da “Nereye gidersen git, ilk nerede mutlu olduysan oraya dönersin yüzünü” benzeri mottolara inat Tolstoy’un “Mutlu aileler hep birbirine benzer ama mutsuz ailelerin kendilerine özgü mutsuzlukları vardır” sözünü yücelterek yapıyor.

Elbette, bir insan gidecek hiçbir yeri kalmadığında veya sadece vedalaşmak istediğinde ailesinin yanına dönebilir. Aradan çeyrek asır geçmiş olsa dahi. Ancak bu tarz bir ziyaret / geri dönüş tek bir şeyi getirir beraberinde: Bir zamanlar o evden neden geri dönmemek üzere çıktıysan, bunu hatırlarsın sadece. Hem de olanca şiddetiyle, bir kroşe misali yüzüne inen gerçekliklerle.

Üzülmeye, endişelenmeye ne hacet! Alt tarafı dünyanın sonu ne de olsa…

ÖNCEKİ HABER

6 yılın ardından Suriye savaşı:Sonun başlangıcı uzun sürecek

SONRAKİ HABER

Sevgili Picasso sana anlattığım bir Nusaybin resmidir...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa