Referandumda Kürt coğrafyasına dair metodolojik bir şerh
Dicle Üniversitesi Öğretim Görevlisi Vedat Koçal, Kürt seçmenin nasıl bir strateji izleyeceğini, gerçeğe en yakın ölçüde anlayabilmenin yolunu çizdi.
Vedat KOÇAL*
Anayasa değişikliğine dair, 16 Nisan’da düzenlenecek olan halk oylamasıyla ilgili tartışmalarda, analizlerde ve tahminlerde, üstünde durulan ve kullanılan en önemli unsurlardan biri, Kürt kimliğine sahip seçmenlerin muhtemel tercihleri ve bu tercihlerin dayanacağı gerekçeler olarak öne çıkıyor. 7 Haziran seçimlerine varan süreçte ve seçimlerin sonrasında, Kürt siyasal kimliğinin ve politik temsiliyetinin belirleyici rolü ve dahası, akıbeti, bu unsuru, geçmişe oranla daha önemli ve belirleyici kılıyor. Şehir çatışmaları ve ardından Kürt siyasetinin ana akımına karşı sürdürülen ‘güvenlik-yargı’ politikaları süreçleri, bu anlamda kullanılan en önemli ölçülerden ikisi olarak dikkat çekiyor. Popüler, entelektüel ve akademik tüm analizlerde, bu iki ana öğe, halk oylamasında Kürt nüfusunun tercihini doğrudan biçimlendirecek iki temel etken olarak değerlendiriliyor. Burada ortaya çıkan birbirine karşıt görünümlü iki taraflı beklentiler, aslında, Kürt sorununun aktörlerini ve onların durdukları yeri ifade eden iki ana algı biçimi olarak kendini yeniden üretmiş oluyor. Kürt siyasetinin ana akımı, özellikle kendisine yönelik sindirme politikası ile şehir çatışmaları sürecindeki yıkıcı karşılığın Kürt toplumsal hafızasında oluşturduğu travmanın ve öfkenin kendi lehine ve devlet aleyhine bir rüzgâr oluşturacağı beklentisinde iken, devlet odaklı milliyetçi algıda ise, şehir çatışmalarının devlet lehine sonucu itibarıyla, silâhlı örgütün ve dahi siyasi hareketin de ciddi ölçüde prestij kaybına uğradığına, bu durumun, üstündeki askeri ve siyasi hegemonyanın kırılması ile Kürt oylarını ‘serbest’ bırakan bir etki üreteceğine dair bir beklenti hakim görünüyor.
2 SEÇİMİN GÖSTERDİKLERİ
Nitekim Kürt siyasetinin ana akımı, 7 Haziran seçiminin sonuçlarını, kendi önermesini doğrulayan bir kanıt olarak algılayıp topluma da öyle sunarken, devlet merkezli ulusalcı algı ise, 1 Kasım seçiminin sonucunu, tersi yönde kurguluyor ve propaganda unsuru olarak kullanıyor. Oysa, iki taraf da, sürecin önüne koyduğu sonuçlar itibarıyla, ciddi yanılsamalarla karşı karşıya olduğunu gözlemliyor ve anlıyor. Örneğin, merkezi ve yerel politik temsilcilerin seçildikleri konumlardan kayyım marifeti ile uzaklaştırılmaları karşısında siyasi hareketin eylem çağrısının beklenen karşılığı, üstelik çarpıcı biçimde bulamayışı, toplumsal refleks beklentisinin düpedüz boşa çıkışı, anakım Kürt siyasetinin akıl merkezlerindeki tartışmaların ana konusunu oluşturuyor. Diğer yandan, şehir çatışmalarının sonucunda askeri yönteme karşı oluştuğu açıkça gözlenen toplumsal duyarlılığın, kırılganlığın ve dahası eleştirelliğin, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a oy oranlarına yansımamış olması bir yana, devlet aklının ve onu temsilen AK Parti’nin büründüğü ve 1990’ları, hatta 1930’ları hatırlatan milliyetçi-militarist söylemin ürettiği rahatlıkla gözlenen hayal kırıklığının, Kürt seçmenden beklenen var olan hegemonik durumu sorgulayıcı ve ‘taraf değiştirmeye’ dönük tavrı sınırlaması, devlete ve dolayısıyla HDP dışı siyasal aktörlere yönelime dair beklentiyi, tamamen boşa çıkaracak ölçüde olmasa da, devletin umduğu düzeyde üretemediği ve kısa erimde üreteyemeyeceği de bir o kadar kesin. Dahası, HÜDA-PAR ve diğer yerel ölçekli ana akım dışı örgütlenmelerin, özellikle İslami duyarlılık üzerinden HDP hegemonyasını önemli ölçüde etkileyemeyeceği de, açıkça anlaşılmış durumda. Dolayısıyla, Türkiye’de Kürt siyasal coğrafyası adına önümüzde bulunan tabloyu gerçeğe en yakın ölçüde anlayabilmenin yolu, aktörlerin geçici davranışlarını izlemekten önce, onları üreten ve belirleyen yapısal öğeleri ve etkenleri öncelikle ele almaktan geçiyor.
TERCİH 7 HAZİRAN VE 1 KASIM’DAN İBARET DEĞİL
Çünkü, Kürt kimliğinin siyasal tercihleri ve davranışları, sadece 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri ve önümüzdeki halk oylaması ile sınırlı ve geçici olmayan, genel olarak Türkiye siyasal sisteminin küreselleşme sürecindeki yeniden yapılanmasını işaret eden, bu haliyle süreklilik gösteren, yapısal bir özelliğe ve etkiye sahip. Nitekim son yirmi yılın tüm yerel ve genel seçim sonuçlarını gösteren haritalardaki dağılımlar karşılaştırıldığında, Türkiye siyasal coğrafyasının üç renge bölünmüş görünümünün hemen hemen hiç değişmeyen çarpıcı devamlılığı gözlenmiş olunuyor. Şu halde, 16 Nisan halk oylamasında Kürt kimliğinin muhtemel tutumunu, güncel politik olayların ötesinde ve öncesinde, altında yatan belirleyici güç olan ve toplumsal-yapısal nedenleri ışığında ele almak, onu anlamanın ve öngörmenin ilk şartını oluşturuyor. Söz buraya vardığında, pratiğe doğrudan yansıyan iki temel teorik sorun, araştırmacının çevresini kuşatıyor. İlki, Kürtlükle ilgili her alanda olduğu gibi, burada da, Kürt sorununa ilişkin geleneksel yaklaşımların, sahada yaşanan günlük gerçekliği kavramaya dair mutlakçı algı sorunlarıdır. Devletin ve Kürt ana akım siyasetinin, tarihsel köklerinden getirdikleri ideolojik belirleyicilikler, küreselleşme sürecinin, ülkeden bölgeye ve yerele ilerleyen kapitalist-dönüştürücü etkilerine karşı ciddi ölçüde körlüğe neden oluyor. Kürt coğrafyasının geri kalmışlığına, yoksulluğuna, kalkın(dırıl)mamışlığına temellenen algı, her iki paradigmayı da, aynı şekilde ve ölçüde sarmalıyor ve esir alıyor. Oysa, Kürt coğrafyasında, özellikle Diyarbekir gibi metropollerde yaşanan ve günlük hayata egemenleştiği rahatlıkla gözlenebilen çıplak gerçeklik, çarpıcı ölçülerde bir kapitalistleşmeyi içeriyor. Göç, kentleşme, sınır ticareti gibi birbirlerine bağımlı, iç içe geçmiş sosyo-ekonomik olgular, ürettiği sermaye birikimi ve dolaşımı üzerinden, Kürt coğrafyasında daha önce bu düzeyde gözlemlenememiş bir yeni-orta sınıflaşma gerçekliğini göz önüne getiriyor. Bu sınıfsal yeni durum, Diyarbekir örneğinde ve özelinde, özellikle son birkaç yıldır birbirini izleyen AVM’ler üzerinde tüketim, yine son birkaç yıldır takip edilemez ölçüde çoğalan özel kolejler ve dershaneler üzerinde eğitim, özellikle belirli bulvarlar ve caddeler üzerinde merkezileşen ve çoğalan hizmet yatırımları ve talebi ile somutlanıyor. Yine, inşaat sektörünün, kent merkezini ticarileştiren, öte yandan konutsal alanını çok sayıdaki kapalı-lüks siteleşmeye dayalı yeni semtlere taşıyan, geri kalan kentsel alanı ise alt-gelir grubuna özgüleyen, Diyarbekir özelinde ifadesini Sur, Bağlar, Şehitlik, Fiskaya örneklerinde bulan, kentsel hizmetler ve refah bakımından dezavantajlı, gettolaştırılmış, yığınsallaştırılmış gecekondu semtlerine terk eden eşitsiz gelişimi de, yerel-kapitalistleşme sürecinin en çapıcı doğrulayıcılarından biridir. Sonuçta, bu satırların yazarının gözleri önünde, küreselleşme sürecinde, Türkiyeli Kürt sosyo-ekonomik coğrafyasını betimleyen temel gerçeklik, iki ucunun arasındaki mesafenin giderek artıyor oluşuna dair gözlem itibarıyla, trajik bir yerel-kapitalistleşme sürecidir. Bu bakımdan, kentsel mekânın ve yaşamın hızla ayrışmasına sahne ve zemin olan bu sınıfsal ayrım, ya da en azından mesafelenme, siyasetin ekonomi-politik temelleri ışığında, yerel siyasal yaşamı da belirleyen temel güç kaynağıdır. Nitekim, yine bu satırların yazarının yaptığı bir akademik araştırma, son yıllarda yapılan oylamalarda, siyasal tercihlerin, bu mekânsal görünümlü sınıfsal ayrışma ile örtüştüğünü ortaya koymaktadır. Ne var ki, Türkiye’de, politikanın, akademik formasyondan kopuk geleneksel yapısı, saha araştırmalarının ve güncel değişimlerin, siyasal algılar üzerinde etkisini sınırlandırmakta ve geciktirmektedir. Bu haliyle, Kürt siyasal coğrafyasının gündemine ilişkin yorumların, yapısal etkenlerden bağımsız biçimde, sınıfsallıktan arındırılmış, salt günlük politikaya ve politik aktörlere indirgenmiş sözde analizlerle üretimi ve sunumu, geçmişi anlamayı olduğu kadar geleceği öngörmeyi de engelleyen bir sis ortamına neden olmaktadır. Devlet merkezli üniter aklın, yasal-resmi ideolojik bariyerler, bürokratik vasatlık ve hantallık doğası itibarıyla bu durumu yaşaması olağan karşılanabilir olsa da, Kürt siyasal temsiliyetinin ve örgütlülüğünün omurgasını oluşturan HDP merkezli ana akımın, muhatap olduğu bastırma-sindirme politikasının merkezine AK Parti iktidarının günlük, ve onun merkeziliğini halen sürdüren Erdoğan’ın ‘kişisel’ amaçlarını koyması, bu alandaki ciddi bir sorunsaldır. Böylelikle, sadece görünür-günlük politikanın arkasında yatan ‘Hikmet-i Hükumet’i belirsizleştirmesinin yanı sıra, kendi coğrafyasındaki toplumsal dinamikleri de okumakta yetersiz kalan, kendi sosyal alt-yapısının gerçekliğine de uzak düşen bir siyasal iradeyi üretmektedir.
Yazının buraya kadar olan ‘tespit’ kısmı, aşağıda sunulacak olan, 16 Nisan halk oylamasına dair öngörünün temel gerekçelerini, kodlarını somutlamak içindir. Artık, öngörünün ayrıntılarına girilebilir. Yukarıda belirtilen, Kürt sosyo-ekonomik ve siyasal coğrafyalarının ve gündemlerinin örtüştüğüne dair ön-kabul, öngörülerimin de zeminini oluşturuyor. Bu haliyle, 16 Nisan halk oylamasında, Kürt seçmeninin tercihinin, sınıfsal temelde gerçekleşeceği ve bu eksende farklılaşacağı söylenebilir. Türkiye ekonomik sistemine bağımlı olarak gelişen yeni-orta sınıf kişiliğinin, ekonomik doğası gereği, sermaye birikimini ve konforunu tehdit eden verili hegemonyaya karşı Türkiye siyasal sistemi ile bütünleşme talebine dayalı ‘evet’ tercihini, özellikle şehir savaşı sürecinin yıkıcı etkileri ile iyice yoksullaşmış, yerinden edilmiş, işsizleştirilmiş alt-gelir grubunun ise, duygusal refleklerinin de iticiliği ile milliyetçi söylemi iyice benimseyerek, HDP-PKK hegemonyasının işaret ettiği ‘Hayır’ seçeneğini benimseyeceği, öngörüye gerek bırakmayan bir gerçeklik hali olarak gözle önündedir. Mesele, bu sınıfsal ve dolayısıyla siyasal tarafların, oy oranı bakımından, sayısal karşılaştırılmasından ibarettir. Diyarbekir’de olduğu gibi, Kürt coğrafyasının birçok yerleşiminde, 7 Haziran sonrası sürecin, özellikle devlet söyleminin ve eyleminin, çoğunluğu hangi tarafa ittiği, sahada yaşayanlarca kesin biçimde bilinmekte ve bizzat yaşanmaktadır.
* Dicle Üniversitesi Öğretim Görevlisi