26 Mart 2017 07:00

Hakkı ÖZDAL

Bundan tam 25 yıl önceydi. 1992 Newroz kutlamaları, aylar öncesinden başlayan bir gerilimin altında yapılmış, 57’si Cizre’de olmak üzere 94 kişi can vermişti. 

Bu sayı, bir yıl önce, son derece kitlesel olarak ve Kürt halkının siyasal taleplerinin yüksek sesle dile getirildiği ilk kutlamalar olan 1991 Newrozu sırasında, üzerine ateş açılarak öldürülenlerin üç katıydı. 

Oysa dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, daha iki gün önce, 19 Mart 1992’de, “Nevruz’u herkes serbestçe, hukuk kuralları içinde kalarak, tahriklere kapılmadan kutlayacak” demişti. Bu demeç, 1991 Newrozu’nda ancak kanlı şekilde bastırılabilen ve aslında Ankara’nın da beklemediği anlaşılan olayların tekrar etmesinden duyulan bir endişe, ortamı yumuşatma çabası olarak algılanmış, onlarca Kürt kenti ve kasabasında, kutlamalar için ‘çoluk çocuk’ dışarı çıkılmıştı. 

Aralarında bu çocukların da olduğu 100’e yakın can gitti. Silahsız insanlara zırhlı araçlardan, yüksek binalardan ateş açılmış, panzerler kalabalıkların arasına dalmıştı. Bu vahşeti gösteren onlarca video yayınlandı. Bugün cumhurbaşkanı danışmanı olan ve geçtiğimiz günlerde Twitter’dan yazdığı ve bir süre ‘arkasında durduktan’ sonra silmek zorunda kaldığı, “Hayır diyenlere: 7 Haziran sonrası Türkiye’deki kaos ve istikrarsızlığı mumla ararsınız” mesajı tartışma yaratan İlnur Çevik, o vakitler de ‘danışman’dı. Ve Başbakan Demirel’in danışmanı sıfatıyla BBC’ye, “Kan dökülmesinde, sivil otoriteyi dinlemeyen bazı güvenlik güçlerinin sorumluluğu olduğunu” söyleyecekti.

Türkiye’den gelen o korkunç görüntüler karşısında en sert tepkiyi Almanya gösterdi. Alman hükümet sözcüsü DieterVogel, 25 Mart 1992’de, “Kürt halkına karşı eski Doğu Almanya silahlarını kullanmadığını kanıtlayana dek, Türkiye’ye silah yardımının durdurulduğunu” açıkladı. Bugünküne benzer bir ambargo ilanıydı bu. Aynı gün Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher de Türkiye’yi “sivil Kürt halkına savaş açmakla” suçladı. 

Hükümet yumuşak davranmaya çalışsa, Başbakan Demirel,“Acele edilmiş bir beyan. Yanlış anlamalar var. Genscher yeterli bilgiye sahip değil” diye tansiyonu düşürmeye çalışsa da film kopmuştu. Bir yandan basın, bir yandan Anadolu’daki ticaret-sanayi odalarında örgütlenmiş, taşra milliyetçiliğinin etkisi altındaki ‘yerli’ sermaye ve beri yandan hızla eriyen siyasal gücünü toparlama derdindeki popülist sağcı Cumhurbaşkanı Turgut Özal… Bu üç körük yangını üfledi... ‘Anadolu Kaplanı’ işadamları İstanbul sermayesinin ‘itidal’ çağrılarına bir tür sınıfsal hırsla karşı çıkıp ‘boykot’ diye bağırıyor, “Alman Markı almayın” diye bildiri yayınlayan Denizli Ticaret Odası’nın Başkanı Nail Kalemci, “Alman Markına büyük darbe vuracağını” öne sürdüğü kampanyayı ulusal hale getirmesi için TOBB’a başvuruyordu.

Orta Anadolu kasabalarının sokaklarında Alman bayrağı yakarak gezen grupların türediği, Türkiye için bir ‘dejavu’ serisine dönüşecek olan bildik manzaralar…  

Ama ‘asıl cevher’, kaybettiği gücünü milliyetçilikle toparlamak derdindeki Cumhurbaşkanı’ndaydı…  Turgut Özal, 28 Mart 1992’de gazetecilerle sohbetinde, Alman hükümet yetkililerinin yaklaşan seçimleri nedeniyle kendi iç politikalarını güttüğünü, “Bir nevi ‘işte biz Türkiye’ye böyle bir ders verdik’ havasına girdiklerini” öne sürmüştü. Durmadı, devam etti: “Almanya’nın birleştikten sonra çok değiştiğini”, “herkese karışmaya, bir büyük güç olduğunu göstermeye çalıştığını” söyledi ve ‘en can alıcı’ noktaya geldi: “Vaktiyle, Hitler Almanyası da bunu yaptı!”

Silah ambargosu için de “Vermezse vermesin. Yani icap ederse bugün Rusya’dan onları almak çok kolay; istersek alırız”diyecekti. Olaylar, üsluplar, kavramsallaştırmalar ne kadar tanıdık değil mi?

Özal’ın Almanya’ya yönelik ‘Hitler benzetmesi’ ertesi gün gazetelerde yayınlandı ve ilişkileri kopma noktasına getirdi. Alman Dışişleri Bakanı Türkiye’ye, Türk bakanlar Almanya’ya yapacakları resmi ziyaretleri iptal ettiler. Öyle ki, basında, “Başbakan Demirel’in Özal’dan, Hitler benzetmesini geri almasını isteyeceği” iddiaları yer aldı.

Özal sözlerini geri almadı. İşlevini/kullanışlılığını yitirmiş, gözden düşmüş ve artık gelecek vadetmeyen bir ‘siyasi star’ olarak ışığı sönüyor, partisi ANAP’ta bile açıkça şüphe ve itaatsizlikle karşılanıyordu. 

Bölgede yıllar sürecek çok kanlı bir sürecin fitili ateşlenmişti. 1992’deki Newroz’dan 6 ay sonra Musa Anter, 10 ay sonra Uğur Mumcu katledildi. Bir yıl henüz geçmişti ki Özal da hayatını kaybetti. Bir süredir laik aydınlara yönelik suikastlarla dehşet saçan dinci terör, o yaz Sivas’ta, ülke tarihinin en kara sayfalarından birini isli elleriyle ülkenin göğüne astı. Türkiye, bir savaş-uyuşturucu-haraç baronluğu ile iç içe geçmiş şoven milliyetçilik ile gözünü karartmış dinci gericiliğin iki yanından kemirerek çöküşe sürüklediği hasta bir ülke olarak çok ağır bedeller ödedi. Hâlâ ödüyor.

Siyasal İslamcılığın ‘neoliberalizm’ ve ‘yeni muhafazakarlık’ gibi emperyal proje ve kavramaların ‘taşıyıcı anneliği’nde semirip, sonra aynı odakların ‘koruyucu baba’lığında memleketin başına çöreklenmesi bu dönemin hemen ardına denk geliyor. Kanlı 91 Newrozu’ndan artık ülkenin iyiden iyiye yönetilemez hale geldiği 2001 ekonomik-toplumsal-siyasal krizine kadar geçen 10 yıl; 12 Eylül darbesiyle murat edilen amaçların hasıl olduğu, başta emekçi sınıflar olmak üzere toplumun örgütlü itiraz mevzilerinin açık zor yoluyla tasfiye edildiği, ‘merkez’ olarak bilinen siyasetin bile tamamen çöktüğü ve memleketin ‘yeni dünya düzeni’ için adeta ‘lokum’ haline geldiği bir ‘formatlama’ süreci gibi geçti. 

Bugün, bir başka ‘Alman silah ambargosu’nun, benzer Nazi yakıştırmalarının ortasında, yeni bir ‘dönüm’ün basıncını hissediyoruz. Bir yandan “Hilalle haçın kavgasını başlattılar” gibi iddialı sözlerle; artık troll mü dersiniz, meczup mu dersiniz, hepsi birer fikir ucubesine dönüşmüş danışman-gazeteci-siyasetçi-yorumcu vs. takımının birkaç gündür ağız birliğiyle sürdürdükleri, “Yeni bir dünya savaşının eşiğindeyiz; bir yanda Reis ve biz öbür yanda tüm kainat” üfürmeleriyle, o yağlı, irinli dinci-şovenizm bidonunun dibi eşeleniyor.  

Vaktiyle, ‘Büyük, Genişletilmiş Ortadoğu’ doktrinlerinin, ışığı sönük ama gayreti yüksek ‘müdürleri’ olarak zuhur eden; nihai raporuna “Batı ve İslam dünyası arasındaki gerilim dini değil politiktir” levhasını çakan ‘Medeniyetler İttifakı’ projesinin ekran yüzleri olarak “kredi maliyetlerini düşüren” bir akımın, bugün açıkça medeniyetler çatışmasını çağrıştıracak şekilde “Hilal-Haç kavgası”ndan söz etmesi hüzünlü görünmüyor mu?

15 yıllık iktidarın sonunda, “Almanlar araba koltuklarını alttan ısıtıyo, uzun farlar otomatik sönüyo, sen napıyosun Kılıçdaroğlu, utan” retoriğiyle oyları artırmaya çalışan en sadık destekçiler; “Rockefeller’i Türkiye’nin derdi gerdi, 15 Temmuz başarısızlığı nedeniyle üzüntüden öldü” diye yazan İslamcı abiler; istedikleri otoriter hükümranlık ve zırhlanmış çıkarlar sistemine destek vermeyen halka nefretle “terörist, hain” diye bağıran yozlaşmış rejim korosu vokalistleri görünüyor ortalıkta sadece. 

Artık referandumdan ne sonuç çıkacağından da bağımsız hale gelen bir ‘kalibre ölçümü’ne dönüştü bu süreç. 15 yıllık iktidar koalisyonunun en sıkı dikişlendiği yerlerden bile gevşediği; en önemli dış ortakların neredeyse tamamen terk ettiği, içeridekilerin de – en yumuşak tabirle – kuşku ve endişeyle izlediği bir türbülans… 

Evrensel'i Takip Et