2 Nisan 2017 02:04

Alper KAYA

Bomboş sokağa bakarak iç çektikten sonra, “Simiiieeeee” diye bağırarak köşeyi döndü çocuk. Boyunun neredeyse yarısı kadar tepeleme dizilmiş simitleri, kafasının üzerindeki tepsiyle büyüleyici bir denge içinde taşıyordu.
Bu denge, çocuğun sokağı dönmesine mukabil sona erdi. Sert bir tokat çocuğun suratında patladı.
“Lan! Ben sana simit satmayacaksın demedim mi! Hani izin belgen, akredite kartın da yok!”
Çocuk başta bocalasa da, tokadın sahibini tanıması; panik hâlini kısaltmıştı. Bir eliyle kafasındaki tepsiyi tutarken, diğer eliyle de birer ikişer yere düşen simitlerini havada yakalamaya çalışıyordu.
“Abi dur, vurma; lütfen!”
Bütün erken olgunlaşmak zorunda kalan çocuklarda görülen refleksi geliştirmişti simitçi çocuk. Canının acısını bir kenara bırakmış, simitlerine zeval gelmesin diye uğraşıyordu. Bu uğraşında yalnız olmaması büyük şanstı. Nitekim çocuğa fiziksel şiddetten güç alarak çıkışan zabıtanın yanında yıllardır beraber çalıştığı bir diğer zabıta; meslektaşının koluna girmiş onu, çocuktan uzaklaştırmaya çalışıyordu. 
Her zorba, kendisinden yana olacağını hesapladığı birisinden beklemediği tepkiyi aldığında bocalardı. Zabıta da bocalamaya başladı. Kendisini simitçi çocuktan uzaklaştırmaya çalışan meslektaşına hayret ifadesi içeren bakışlarla bakmaya başlamış, birkaç saniye önce üst tondan çıkıştığı çocuğa bağıramaz olmuştu. Arkadaşının tutmadığı eliyle simitçi çocuğun kazağının yakasına uzanmaya çalışırken, bir yandan arkadaşını da kendisinden itmeye çalışıyordu.
“Murat, bıraksana! Kaç seferdir uyarırım şu çocuğu, kaç tane simidine el koyduk; tutanak da tuttuk… Hâlâ simit satıyor ya! Var mı lan senin akrediten? Var mı?”
Çocuk, zabıtaya cevap vermek yerine yere düşen simitlerini de toplayarak gerisin geriye dönmüş; geldiği yola doğru yürümeye başlamıştı. Öfkeli zabıta, berikini ittirerek, “Al işte, kaçtı!” diye bağırdı. Sakin olanıysa, eliyle biraz daha kendisinin gerisine doğru çektiği öfkeli zabıtayı geride bırakarak simitçiye doğru koşmaya başladı. Koşarken, peşi sıra gelmeye yeltenen arkadaşına dönüp elleriyle olduğu yerde kalmasını işaret etti. 
Diğeri, hipnotize olmuş gibi uydu bu komuta. Dinginleşmişti bir nebze. Eli, çocuğa indirdiği tokat yüzünden hafifçe sızlarken olduğu yerde kalakaldı.
Empatinin bir kenarı, ‘acı’ ile dövülen demirden yapılmıştı.
Yıllar önce, avuçlarını sıkmaktan acıttığı uzun bir süreç sonucunda kötü haberi, günlerdir beklediği hastane koridorunda almıştı. İlk başta anlamamıştı. Daha sık kırpıştırdığı gözleriyle, kaçamak bakışlar atan doktora boş boş bakıp durmuştu. Gıda zehirlenmesi teşhisiyle yatan kardeşinin akıbetini duymaya hazır hissetmiyordu kendisini.
“Ne?”
Resmî üniformalı birinden ters tepki aldığında, tamamen haklı olduğu bir konuda dahi tereddüde düşebilen yapıdaydı doktor. Zabıta da olsa, en az polis kadar hürmete şayandı onun gözünde. Bu nedenle kan çanağına dönmüş, uykusuzluktan altları morarmış bir çift göz kendisine yönelince istemsizce iki adım gerilemişti…
“Maalesef, kardeşinizi kaybettik…”
Empatinin bir kenarı, ‘korku’ ile bileylenmişti.
Koşarak kaçarken hem simitlerini kolluyor hem de arkasından adıyla seslenen zabıtaya bakıp içindeki korkunun kendisini daha da hızlandırdığını hissediyordu simitçi çocuk. İlk köşeden döndükten sonra merdivenli çıkışla nihayete eren bir sokağa vardığını soluk soluğa duraksadığında fark etti. Kaçacak yeri kalmamıştı. Ya simitlerini bırakıp kaçacaktı ya da kalıp yiyeceği dayağı göze alacaktı. Soluk soluğa kaldığında, gözleri kararacak gibi oldu. Başka bir zamanda, başka bir çıkmaz sokak belirdi aklında.
İstemsizce kırpıştırdığı gözlerine, ellerini siper etmişti. Babasının dayak yiyişini daha fazla izlemek istemiyordu. “Yeter… Lütfen vurmayın!” diye bağırıp dururken önce sesi kısılmış, avuç içleri yumruk yaptığı için tırnakları tarafından kanatılmıştı. “Vurmayın!” diye son bir kez bağırırken, ağlamaya başladığının ayırdına varmıştı.
Babası, ezelden beri işportacılık yapıyordu. Bazen cep telefonu, bazen simit, bazen tatlı satarak geçimlerini sağlamaya çalışıyordu. Akşam yemeklerinde, nadiren de olsa, konu açıldığında, “Haticem! Seni kurtaracağım, artık apartman temizliklerine gitmeyeceksin…” diye sesleniyordu kendi annesine. Tek göz bir gecekonduda iki kardeşi, babaannesi ve babasıyla yaşıyordu çocuk. Anneleri yıllar önce kaçıp gitmişti.
İyiden iyiye yaşlanmış olan babaanneyse haftada iki, bazen üç kez apartmanlara temizliğe gidiyordu. Artık dizleri tutmaz olmuştu ama sebatla çalışmaya devam ediyordu. Babasının her vaadinde mahcup bir edayla gözlerini öne eğerdi Hatice Nine. “Sağ salim olalım da, çalışalım; buna da şükür…” derdi her seferinde.
Bir kez, babasıyla çıkmıştı işportaya. O gün de, bir hevesle oğlu için daha güzel bir sokaktan gitmek isteyen emektar işportacı; tarihi binaların olduğu sokakta oğluna etrafı tanıtırken köşeyi dönen zabıtaları görmemişti. Şans bu ya, gıda teftişine çıkmış olan ekip bir hayli de kalabalık ve teçhizatlıydı…
Önce arabasını bırakmak zorunda kalmıştı. Oğlunu kucağına alıp kaçarken zabıtaların etrafını saracak kadar çok olduğunu anlayamamıştı. Çıkmaz bir sokağa girdiğinde, bu gerçekle yüzleşebileceği en kötü yerdeydi. Hangi tekme, hangi tokat onu kalıcı olarak felçli bırakmıştı; bilinmez...

Empatinin bir kenarı, ‘pişmanlık’ ile paslanmıştı.
Korkudan, tepesindeki simit tepsisinin altında ezilip büzülmüş çocuğa büyük bir şefkatle yaklaştı. Çocuğa, “Şşşt, tamam, bir şey yok…” diye seslenirken; nabzının iyice yükseldiğini hissetti. Boynundaki atardamarın içinde gürültüyle akan kanın sesi âdeta kulaklarının içinde yankılanıyordu, bu sessiz gürültüde kendi sesini işitemez olmuştu.
Ellerini, ‘benden sana zarar gelmez’ dercesine avuç içleri çocuğa doğru dönük uzatırken, “Sana zarar vermeyeceğim…” diye mırıldandı. Gözleri, yıllar öncesinin telafisini arıyormuşçasına dolu dolu oldu.
Mesleğe yeni başladığı sırada arkadaşlarının, kucağında çocuk taşıyan bir işportacıyı kovaladıklarını görmüş; sonunda ne olacağını düşünmeden kendisi de koşar adımlarla peşlerinden seğirtmişti. Çıkmaz bir sokakta sıkıştırılan işportacının, peşinden koştuğu arkadaşlarının arasında kaldığını; tekme ve tokatlara karşılık cenin pozisyonu aldığını görmüştü. Bir kenarda ağlayan, bağıramayan bir çocuk duruyordu. İki arada bir derede kaldığı sırada, kardeşi bir sokak satıcısından aldığı yiyecek nedeniyle gıda zehirlenmesinden kısa süre önce hayatını kaybeden arkadaşıyla göz göze gelmişti.
Zulüm, bireysel olduğunda karşı konulabilecek bir hastalıktır. Toplu olduğundaysa, bulaşıcıdır. Diğer arkadaşlarının da, göz göze geldiği arkadaşı kadar ve hatta ondan daha şiddetle tekmeler indirdiği işportacıya kendisi de bir-iki tekme sallamak istemişti. 
Kalabalığa ayarsızca dalıp, sanki ezelden beri kinlendiği birisine vuruyormuşçasına sert tekmeler savurmaya başlamıştı. Heyecanlandığında, dünya sanki durmuş gibi gelir ya; o an dünya gerçekten durmuştu.
Etrafındaki yedi arkadaşı da durmuş, adama vuran arkadaşlarına bakıyordu. Yerdeki adamsa, acıdan kıvranmayı ve inlemeyi bile bırakmış; yarı baygın, yere fırlatılmış boş bir çuval gibi biçimsizce yatar olmuştu…
Empati, kestiği yarayı bilse de; tanımayan bir bıçaktır.
Soruşturma bir biçimde atlatıldıktan sonra, bir adamın hayatının sonuna kadar felçli kalmasına neden olan Murat için yeni bir hayat başlamıştı. Şiddetle büyüyen, yoğrulan bir ailenin; şiddete meyyali vallahi vazifeden olan bir mesleğe atılmış bireyi olarak, şiddet karşıtı duruş alması çok zor olmuştu.
O günden beri pek çok seyyar satıcıyı, meslektaşlarının elinden kurtarmış; bir kısmına maddi yardımda bulunmuştu. Oysa bunların hiçbiri soğumayan yarasını, her seferinde daha da kanatmaktan başka bir işe yaramamıştı. 
Merdivenlerin önünde fiziksel olarak olmasa da psikolojik olarak çökmüş çocuğa yanaşırken onu teskin edici bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Bu sırada çocuğun bakışlarında manik depresyona göz kırpan bir değişim belirmiş, bu değişimse Murat’ı şaşkınlığa sürüklemişti. Artık çocuğun gözlerinde korku yoktu; korkutucu bir kararlılık vardı. 
Galata’ya çıkan sokağın merdivenlerinden atlarcasına inen ve merdivenin dibindeki çocuğun yanında bitiveren iki kişinin gözlerindeyse, öfke okunuyordu. Karşısındaki, ikisi genç, biri çocuk, üç kişinin de birbirlerine ve hatta yıllar öncede bıraktığı bir pişmanlığın müsebbibine benzediklerini anladığında; karanlık bir perde sokağın üstüne çöktü.

Evrensel'i Takip Et