9 Nisan 2017 01:38

Festivalin ilk haftasından notlar

Ayşen GÜVEN 

Hem içerde hem de dışarda işlerin fazlası ile karıştığı şu günlerde, 36. İstanbul Film Festivali şehr-i İstanbul’a bir ferahlık getirdi. Festivalin Avrupa Yakası hattında yıllardır merkez üs olan Taksim’in dört yanını iş makineleri sarmışken kıvrıla dolana sinema salonlarını yine dolduran seyircilere de selam olsun bu arada. Öte yandan Kadıköy de festivalin giderek kalabalıklaşan duraklarından olmayı sürdüyor. Ve “Kaldır Kafanı” diyerek bu yıl perdelerini açan festival, insanları bir nebze de olsa kaygılarından sıyırıp sokağa, salonlara taşımaya devam ediyor. Biz de sizin için ilk hafta seyrettiklerimizden kısa bir seçki ve festivalin son haftasına dair öneriler hazırladık. Meraklısı buyursun böyle...   

GENÇ KARL MARX / YOUNG KARL MARX

İlk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapılan “Genç Karl Marx”, festivalin oldukça ilgi gören filmlerinden oldu. İnsanlığa bilimsel sosyalizmin kapılarını açan devrimci/düşünür Marx’ı beyaz perdede görmek, Türkiyeli komünistlerde olduğu kadar “genel izleyicide” de heyecan yaratmışa benziyor. Film, henüz 20’li yaşlarının ortasındaki Karl’ın Paris’e sürgünü ile başlıyor. Bir süre sonra en yakın dostu haline gelcek olan Friedrich Engels’le karşılaşması ile kapitalizmin korkulu rüyasını nasıl inşaa ettiklerini seyrediyoruz filmde. Genç Karl’ın Komünist Manifesto’yu yazması ve peşinden 1848 Devrimi’nin geldiği notuyla biten film, doğru yorumlanmış bir Karl Marx biyografisi. Hegelci düşünürlerden etkilenirken Proudhon’la da yolu kesişen Marx, insanlığın ihtiyacını doğru anlamaya çalışıyor. Engels’le yaptıkları uzun tartışmalar onları değişimin itici gücünün işçi sınıfı olacağı noktasına getiriyor. Böylece genç Marx, Hegelci düşüncelerini daha net sorgularken anarşistlerle de yollarını ayırıyor. Filmin haksızlık etmeden anlatmayı başardığı diğer iki karakter ise eşleri Jenny ve Mary oluyor. Bu iki kadının mücadeledeki rollerini eksiksiz çizebilmesi filmin bir diğer başarısı olabilir. Kapitalizmin kendi açmazları eşliğinde tüm insanlığı korku ve savaşa mahkum ettiği bugünlerde Karl Marx’ın ne filmi ne de gördüğü ilgi tesadüf olabilir. İnsanlık hâlâ değiştirmek istiyor ve dünyada bir hayalet dolaşıyor belli ki. 

Yönetmen: Raoul Peck
Senaryo: Raoul Peck, Pascal Bonitzer 

ATEŞ SERBEST / FREE FIRE 

Ben Wheatley imzalı Ateş Serbest nefesinizi kesecek bir suç filmi. Büyük bölümü neredeyse tek mekanda geçen film, gerilim ve aksiyon dozunu hiç azaltmıyor. Takvimler 1978’i gösteriyor. Boston’da iki çete silah alışverişi için bir depoda buluşuyor. Karşılıklı önlemler, hesap kitap derken bir yanlış anlama her şeyi bozuyor. Ve duraksız bir çatışma başlıyor. Herkesin hayatta kalmak için kıyasıya savaştığı o depoda, kimin hangi tarafta olduğu bile flulaşmaya başlıyor. Kadrosundaki yıldız oyuncularla da dikkat çeken filmde her bir çete üyesinin karakter olarak çizimindeki özgünlük ve detaycılık da hayran kalınası. Ateş Serbest, suç, polisiye gibi türlere çok ilgisi olmayan seyirciyi bile tavlayacak bir film. 

Senarist-Yönetmen: Ben Wheatley

LADY MACBETH

Nikolai Leskov’un “Lady Macbeth of the Mtsensk” novellasından uyarlanan filmin yönetmeni William Oldroyd. Lady Macbeth, her ne kadar akla öncellikle William Shakespeare’in ölümsüz tragedyasını getirse de öyle değil. Ama filmdeki kadın karakterin karanlık yanının tragedyayla ilişkisinin en güçlü yeri olduğunu da söylemek mümkün. Ana karakter Katherine’i ailesi zengin bir adamla evlendirir. Kendisinden yaşça büyük kocasının aşağılama ve tacizlerine maruz kalan kadın, karanlık “yuvasından” geniş ovalara açılacaktır. Çiftlikteki işçilerden Sebastian ile tutkulu bir ilişki yaşamaya başlayan Katherine, zorunlu kılınan hayatını kendi seçimlerine göre değiştirecektir. Ancak bunun için neler göze alınabilir? Film, din ve toplumsal tabularla etrafı çevrilmiş bir kadının bunlara razı olmaması ve hepsini tarumar edişiyle özel olarak dikkat çekici. Lady Macbeth, “kutsal aile” değerlerini yerle bir eden bu genç kadını kolayca suçlu çıkarmaya da izin vermiyor. Evdeki gotik havayı dışına çıkarmaz çıkmaz dağıtan güneşli, yeşil arazi filmin atmosferini tamamlıyor.  

Yönetmen: William Oldroyd
Senarist: Alice Birch    

SAYGIN VATANDAŞ / THE DISTINGUISHED CITIZEN 

Dünya Festivalleri bölümünün en etkileyici yapımlarından biri Arjantin’den bu yıl. Saygın Vatandaş, Nobel Edebiyat Ödülü alan ünlü bir yazarın, ben nerde hata yaptım tınılı tören konuşması ile başlıyor. Avrupa’da yaşayan ve 40 yıldır doğup büyüdüğü Arjantin’deki kasabasına gitmeyen Daniel, bir gün oradan yani Salas’tan bir davet alıyor. O güne kadar romanlarında anlattığı, karakterlerinin çıktığı kasabasına geri dönme fikrinden hep kaçan ünlü yazar, gururunu da okşayan bu daveti geri çeviremiyor. Kasabada evvela coşkuyla karşılanıyor, sonrasındaysa trajikomik bir maceranın ana karakteri oluveriyor. Daniel’in entelektüel kibri ile Arjantin’in taşra sıkıntısı karşılaşınca ortaya bir dolu soru saçılıveriyor. Saygın Vatandaş başından sonuna kıvrak kurgusu ve zengin hikâyesiyle mizahı hiç elden bırakmıyor. Aynı andaysa, dünyanın her yerinin bir taşrası, o taşranın da benzer iki yüzlülüğü olduğunu düşündürüyor. Bizdeki taşra filmlerinden ayrılan en belirgin yanı ise, oradaki düşünsel ve fiziksel uzakta kalma halinin mizahi yanlarını yakalayabilmesi. 

Yönetmenler: Gaston Duprat, Mariano Cohn
Senarist: Andres Duprat   

Evrensel'i Takip Et