09 Nisan 2017 00:22

Paul Robeson: Bir ‘Rönesans insanı’ndan fazlası

ABD'de komünist ve siyahlara yönelik cadı avının zirvede olduğu dönemde bu sıfatların ikisine de sahip olan Robeson önemli bir çizginin temsilcisiydi.

Paylaş

Mithat Fabian SÖZMEN

“Sanatçı tarafını seçmelidir. Özgürlük için, köleliğe karşı savaşmayı seçmelidir. Ben seçimimi yaptım. Başka bir alternatifim yoktu.”

Nisan ayında, ABD beyzbolunda ırk ayrımcılığını parçalayan, öncü Jackie Robinson için bir yazı yazmak üzere bilgisayar başına geçtiğimde ‘Siyah Amerika’nın Jackie’ye yönelttiği eleştirileri yazının önemli bir parçası yapmaktan kendimi alamadım. Eleştirilerin en büyük gerekçelerinden biri Robinson’ın 1951 yılında HUAC(House on un-American Activities Committee) mahkemelerinde devrimci sanatçı Paul Robeson aleyhinde tanıklıkta bulunmaya zorlanması karşısında buna boyun eğmesiydi.

ABD’de komünistlere ve siyahlara yönelik cadı avının zirvesine ulaştığı bir dönemde, bu 2 tehlikeli sıfatın ikisine de sahip olan Paul Robeson önemli bir çizgiyi temsil ediyordu. Keza o dönemin en kitlesel spor arenası olan beyzbolda ırk ayrımcılığını sona erdiren Jackie Robinson’ın da sembolik önemi büyüktü. Böyle bir figürü, Robeson’un karşısına koymak ABD’de komünizm ve siyah hakları mücadelesine güçlü bir darbe indirmek anlamına gelebilirdi. Türkiye’de AKP iktidarının Kürtlerin mücadelesine karşı devamlı “Kürt aydın”ları piyasaya sürme merakına benzeyen bu taktik, ABD’deki sonuçları itibariyle “başarılı” olarak değerlendirilebilir. Tarihin terazisi genellikle adaletsizdir. Jackie Robinson, Robeson aleyhine tanıklık yapmasına sebebiyet veren benzer kaygılarla Vietnam işgaline dahi destek verirken her yönüyle “uzlaşmaz” Robeson acımasız bir sansür, baskı ve linç tehdidiyle toplumun hafızasından silinmeye çalışılıyordu. Robeson’un hakkı ancak son yıllarda teslim edilmeye başlandı.

Paul Robeson her ne kadar ABD’de unutturulmaya çalışılsa da enternasyonalist kimliği uyarınca Güney Afrika’dan Türkiye’ye pek çok ülkede toplumsal mücadelenin önünde yer almış isimlerle ilişkiye geçmiş ve dayanışma içerisinde olmuştu. Bunun Türkiye ve Kürdistan halklarına bıraktığı önemli mirasa Nâzım Hikmet ve Cêgerxwin’in şiirlerinde rastlıyoruz.

“Bize türkülerimizi söyletmiyorlar robson
inci dişli, zenci kardeşim,
kartal kanatlı kanaryam.
türkülerimizi söyletmiyorlar bize…”

Nâzım’ın Paul Robeson’un 1949’da uğradığı linç girişiminin ardından yazdığı bu şiir sonrası Robeson da onun 4 şiirini bestelemişti.

‘RÖNESANS ADAMI’NI DOĞURAN KÜLTÜREL ÇEVRE

Paul Robeson bir şarkıcıydı, aktördü, sporcuydu ve devrimciydi. Leonardo da Vinci gibi, pek çok alanda yetkinlik gösteren Rönesans dehalarının soyundandı.  Kitlelerin, kitle kültürünün hayati bir önem kazandığı, yalnızca kitlelere dayanarak gerçekleşebilecek devrimler çağının ‘Rönesans adamı’ idi.  Ustası olduğu her alanın (müzik, tiyatro, sinema, spor) kitlelere en kolay seslenilebilen alanlar olması çağının devrimci aydın tipinin en komple örneklerinden biri olarak öne çıkmasını sağlıyordu.

Kuşkusuz Paul Robeson’un böylesi bir figür olarak öne çıkmasını sağlayan belli bir sosyal altyapı vardı. Bu, “Harlem Rönesansı” ya da “Yeni Siyah(Negro) Hareketi” olarak bilinen dönemdi.

HARLEM RÖNESANSI

Harlem Rönesansı(1910-1930), adından da anlaşılabileceği üzere New York’un Harlem bölgesinde serpilip gelişen ve ‘Siyah Amerika’nın “özgür” evlatlarının kendi kültür ve sanatlarını sergileme, geliştirme, yaygınlaştırma fırsatı buldukları önemli bir platformdu.

Köleciliğin lağvedilmesi sonrası, 1900’lerin başlarında, halen yoğun bir ırkçılığın, ayrımcılığın hakim olduğu güney eyaletlerinden kuzeye doğru yoğun bir göç başladı. Geçmişin köleleri endüstriyel kuzeyin işçi sınıfını oluşturmaya başlarken, 1. Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş, Avrupa’dan gelen göçü azalttı aynı zamanda savaş dönemi ekonomisi kuzeyde endüstriyelleşmeyi ve iş gücü ihtiyacını artırdı. Avrupa’dan göçün de durmasıyla siyah emekçilerin başta New York olmak üzere görünürlüğü ve önemi arttı. Ancak kuzey eyaletleri dahil ırkçılık halen güçlü bir şekilde varlığını koruyordu. Bu ekonomik ve toplumsal gerginlik 1919’da “Kızıl Yaz” olarak bilinen ırkçı saldırılar ve karşılığında siyah halkın isyanına sebebiyet verdi. Harlem Rönesansı’nın ilk 10 yılı geride kalırken patlak veren “Kızıl Yaz”, hem hareketin son yıllardaki militan söyleminden etkilendi hem de sonraki 10 yılın şekillenişinde rol oynadı.

Paul Robeson, bu 2. evrede Harlem Rönesansı’na dahil oldu ve sonraki kuşakları, toplumsal hareketleri(Sosyalist Hareket ve Yurttaş Hakları Hareketi) derinden etkileyen yepyeni bir kent kültürü inşa edilirken hareketin öncülerinden, yüzlerinden biri oldu.

‘KÖLE OĞLU ROBESON’UN HİKAYESİ

Paul Robeson, 1898’de New York’un komşusu New Jersey eyaletinin Princeton kentinde dünyaya geldi. Babası genç yaşında kölelerin çalıştırıldığı tarlalardan kaçmış Presbiteryen kilisesinde kendisine ve ailesine özgür bir yaşam kurma fırsatı bulmuştu. Yöneticiliğine kadar yükseldiği kilisenin kurulu olduğu Witherspoon’da beyaz finansörlerle sorunlar yaşayan babası, görevinden ayrılmaya zorlandıktan sonra Robeson ailesi büyük zorluklar çekti. Bu dönem aynı zamanda Paul Robeson’un çocukluk yıllarına denk geliyordu.

Paul Robeson, pek çok alanda yetenekli bir genç olarak kendisini gösterdiği dönemde New Jersey’de Somerville Lisesi’nde öğrenciydi. Tiyatroyla ilgileniyordu, bunun yanı sıra atletizm, Amerikan futbolu, basketbol ve beyzbolda hangisini seçerse seçsin en üst seviyeye yükselebileceğini gösterecek kadar iyiydi. Eyalet çapında bir akademik yarışmayı kazanarak Rutgers Üniversitesi’ne burslu kabul edildi. Rutgers’a girdiğinde üniversitede kendi renginden hiçbir kardeşi yoktu! Üniversite tarihinin de yalnızca üçüncü Afro-Amerikalısıydı.  Robeson, çağının ‘Rönesans Adamı’ olarak yeteneklerini geliştirme fırsatını Rutgers’ta buldu. Ve her adımında ırkçılığa karşı önemli mücadeleler vermek zorunda kaldı. Okuldan arta kalan zamanlarında şarkı söyleyerek para kazanan Robeson, 4 yıl boyunca akademik ve atletik uğraşlarında önemli başarılar elde etti. Bu yıllarda babasını kaybeden Paul, 1919’daki mezuniyeti sonrası hukuk okumak için önce New York Üniversitesi’ne girdi daha sonra da Harlem’e taşınarak Columbia Üniversitesi’ne geçiş yaptı.

Harlem’e taşınması sanatsal aktivitelerini geliştirmesi için ona önemli bir fırsat sağladı. Bu yıllarda Eslanda ‘Essie’ Goode ile tanıştı ve evlendi. Aynı zamanda daha önceden tanıştığı, NFL’in(Amerikan Futbol Ligi) ilk siyah koçu Fritz Pollard tarafından NFL’e çağrıldı ve Akron Pros’ta profesyonel futbol oynamaya başladı. Daha sonra Milwaukee Badgers’ta da oynadı ancak 1922’de futbol kariyerini sona erdirip 1923’te Columbia’dan mezun oldu. Kısa bir süre avukatlık yapsa da ırkçılık sebebiyle mesleğini bıraktı ve tiyatroya yoğunlaştı. Harlem Rönesansı’nda oyunculuğuyla adını geniş çevrelere duyurdu. Özellikle “All God’s Chillun Got Wings”, “The Emperor Jones” gibi oyunlardaki başarısıyla dikkat çekti.  Oscar Micheux’nün yönettiği Body and Soul adlı sessiz sinemada rol aldı.

SOSYALİZME YÖNELİŞ

1930’larda ABD, Büyük Buhran’ı karşılarken Robeson da ‘Harlem Rönesansı’nın bir parçası olarak görkemli bir kariyer inşa ediyordu. Robeson aynı zamanda İngiltere’de oynadığı oyunlarla Avrupa’ya da adımını atmıştı. İlklerine bu dönemde de devam eden Robeson, “The Emperor Jones” filmindeki başrolüyle, ABD’de bir sinemada başrol oynayan ilk siyah oldu.

Bu döneme kadar ırk ayrımcılığını yenme yolunda politik mücadeleden uzak duran Robeson, 1930’ların ortasından itibaren Afrika kültürüne ilgi duymaya başladı. Antiemperyalist hareket ve İngiliz sosyalistleriyle olan yakınlaşması sonrası Sergei Eisenstein’ın daveti üzerine Aralık 1934’te Sovyetler Birliği’ne gitti. Ve Robeson’un ideolojik olarak asıl şekillenişi Moskova’daki şu cümlesiyle kaleme dökülmüş oldu: “Burada hayatımda ilk kez bir ‘Negro(zenci)’ değil ama insan olarak görülüyorum.” Robeson, 1936’da eğitimine devam eden oğlu Paul Robeson Jr.’ı(geçtiğimiz ay yaşamını yitirdi) ırkçılığın ve önyargıların olmadığı Sovyetlere gönderdi.

İspanya İç Savaşı ve faşizme karşı mücadele Robeson’un yaşamında önemli bir ideolojik dönüm noktası oldu.  Dünyanın dört bir yanından Cumhuriyetçilere destek için İspanya’ya giden devrimciler için destek konserleri düzenledi ve politik olarak bundan sonraki yaşamını özetleyen “Sanatçı tarafını seçmelidir. Özgürlük için, köleliğe karşı savaşmayı seçmelidir. Ben seçimimi yaptım. Başka bir alternatifim yoktu” sözlerini bu dönemde sarf etti. Sanat kariyerinde de farklı bir yönelime giren Robeson kendisiyle aynı dönemde tüm ülkeyi gezerek şarkılarını işçiler için söyleyen Pete Seeger’lar gibi işçiler için söyledi ve oynadı.

PEEKSKILL LİNCİ

ABD’de yükselen işçi ve siyah hakları hareketi ile birlikte bu kez tanınmış bir devrimci olarak öne çıkan Robeson, 2. Dünya Savaşı sonrası FBI’ın da amansız takibindeydi.  Bu dönemde tüm ülkede konserler veren Robeson’un 1949’da Peekskill’de düzenlemek istediği(Pete Seeger’ın da katılacağı) konser öncesi halk, ABD gizli servisinin bölgedeki “Bu adam ABD’yi sevmiyor. Sovyetleri seviyor. Ne yapacağınızı biliyorsunuzdur-Pete Seeger’ın anlatımı-“ benzeri sözleriyle kışkırtıldı. “Uyan Amerika. Peekskill uyandı” pankartlarıyla konser bölgesine doluşan ırkçı güruh konser sonrası Robeson’a ve katılımcılara taşlarla saldırdı. Tahmin edebileceğiniz üzere polis saldırıyı engellemek için hiçbir şey yapmadı.

Nâzım Hikmet bu saldırı sonrası Robeson’a meşhur şiirini yazarken, Robeson da hiçbir zaman geri adım atmadı. Hatta yargılanmasına sebebiyet veren “ABD ile SSCB savaşa girse siyah Amerikalılar eşit vatandaşlık haklarına sahip olmadıkları ABD’ye destek vermez” gibi cesur söylemlerine de devam etti. 1952’de Uluslararası Stalin Ödülü’nü kazandı.

BATILI GİZLİ SERVİSLERİN HEDEFİNDE

Robeson bu dönemde maruz kaldığı sansür ve baskı sebebiyle hepsi büyük tehdit altında gerçekleşen konserleri dışında halkla buluşamadı. 1958’de yurt dışına çıkma yasağının kaldırılması sonrası SSCB’de Lenin Stadyumu’nda devasa bir konser verdi. Avustralya’ya giderek Aborijin halkının hakları için mücadele etti.

Çin, Afrika, İngiltere… Nereye giderse gitsin CIA ve MI6 ajanlarının takibinde olan Robeson’un üzerindeki fiziksel ve zihinsel baskı 1960’larla birlikte etkilerini göstermeye başladı. Eşi Essie, öldürüleceği korkusuyla ABD’ye dönmesini engellerken, 1961’de Moskova’daki otel odasında intihara kalkıştı. Moskova’daki tedavisinin ardından Londra’ya geçti ama sağlık sorunları devam etti ve sanat yaşamından resmen emekli olduğu 1963 sonrası ABD’ye geri dönerek inzivaya çekildi. 1973’te 75. doğum yılı için Carnegie Hall’da adına düzenlenen törene katılamasa da komünist dünya görüşünü aynen koruduğunu “Bir süredir aktif olamasam da hepinizin, insanlığın özgürlük, barış ve kardeşlik ülküsüne kendisini adayan aynı Paul olduğumu bilmenizi isterim” sözleriyle ilan etti.

Paul Robeson, 23 Ocak 1976’da yaşamını yitirdi. Ölümünden sonra dahi ABD ana akım medyasındaki yasaklı konumu sürdü.  Halkların eşitlik ve sosyalizm mücadelesinde Avustralya’dan Kenya’ya, Güney Afrika’dan Türkiye’ye pek çok coğrafyada iz bıraksa da ödünsüz, uzlaşmaz tavrı sebebiyle kendi ülkesinde uzun yıllar gözden uzak tutulmaya çalışıldı.

Yazının başında Jackie Robinson’a değinmiştik. Robinson, bir kahraman olması karşılığı “kendi halkına ihanet” olarak da değerlendirilebilecek çok ciddi ödünler vermişti.  Paul Robeson’a da ihanet etmişti ve Robeson’un ona yazdığı unutulmaz mektup, yetenekli bir sanatçıdan, Rönesans adamından çok daha fazlası olan bu devrimci aydının gelecek kuşaklara bıraktığı en önemli mesajlardan biridir:

“Jackie ben de senin gibi Amerika’da doğup büyüdüm. Amerikan kurumları tarafından yetiştirildim, onların bir ürünüyüm. Babam bir köleydi, ailem pamukta ve tütünde çalıştı. Hala da Kuzey Carolina’nın doğusunda çalışmaya devam ediyorlar. Evet, her zaman için inandıklarımı gür bir sesle söylemeye hakkım olacak, buradaki, Antiller’deki, Afrika’daki halkların; aynı zamanda gerçek müttefiklerimiz olan ve biz özgür olmadan asla özgür olamayacak olan milyonlarca yoksul beyaz işçi için var gücümle mücadele etmeye devam edeceğim.

Jackie, içimizden birkaçının başarısı önemli değildir. Elbette yardımcı olur ancak hepimizi özgür kılamaz. Senin çocuğun, benim torunum, ülkemizdeki milyonlar eşit haklara ve insan onuruna sahip olmadan özgür olamaz.”

Ölümünün 43. yılında, "Sanatçı tarafını seçmelidir. Özgürlük için, köleliğe karşı savaşmayı seçmelidir" diyen ABD'li sanatçı Paul Robeson'ı anlattığımız yazıyı yeniden paylaşıyoruz.

ÖNCEKİ HABER

Almanlara Nazi demek ne anlama geliyor?

SONRAKİ HABER

Suriye’ye saldırı Trump’a yarar ama savaşı sonlandırmaz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa