Sermayenin referandumu: 'Demokrasiden vazgeçilebilir'
Özgür Müftüoğlu, Evrensel Pazar'a başkanlık referandumunun sınıfsal niteliğine dair yazdı.
Özgür MÜFTÜOĞLU
Devletin tüm olanakları ve baskı gücünü kullanılmasına rağmen, 16 Nisan referandumunda sandıktan “evet” çıkmaması üzerine hukuki, ahlaki ve vicdani hiçbir kalıba sığmayacak yöntemler kullanılarak halkın iradesine ipotek kondu! Referandumda iradesi sandığa yansımayan sadece “hayır” oyu verenler değildi; referandum öncesinde gerçekleri öğrenmesi engellenen ya da yaratılan korku ortamına teslim olarak “evet” oyu verenlerin de iradesi sandığa yansımadı. Böylece “milli irade” söylemiyle yürütülen bir kampanyanın ardından millet iradesinin tamamen ortadan kaldırıldığı, yasama-yürütme-yargı erklerinin bir elde toplandığı otokratik bir rejim topluma dayatılmış oldu.
Referandum sonuçları üzerine gerek toplumun, gerekse uluslararası kamuoyunun bir kesiminde anayasa değişikliğinin meşruiyeti tartışılmaya başlandı. Aslında tartışma konusu olması gereken sadece referandum sonuçlarıyla sınırlı değildi. Bir yargı kurumu olan YSK, aldığı kararlarla hukukun en temel ilkelerini öylesine ayaklar altına almıştı ki; Türkiye’de bundan böyle adaletli bir seçimin yapılabilme olasılığı ve -zaten zedelenmiş olan- yargı sistemine güven tamamen ortadan kaldırılmıştı. Yargı ve hukuk düzenine güvenin ortadan kalkması, “tek adamın” ağzından çıkanın dışında bir hukukun olmadığı ve tek adama mutlak itaatten çare kalmadığı algısı da yaratmış oluyordu.
DİYALEKTİK NE GÖSTERİYOR?
16 Nisan’da referandumla rejimi değiştirme süreci, tarihte pek çok kez karşılaştığımız egemenliğin yeniden üretilerek sürdürülebilmesi çabalarının yeni bir örneğidir. İnsanlık tarihinin her döneminde egemenliği elinde bulunduran iktidar sahipleri, her zaman iktidarlarını sürekli kılmak için toplumun rızasını almaya çalışmış, bunu sağlayamadıklarında da devletin baskı araçlarını kullanmışlardır. Çıkarları iktidar sahibiyle örtüşmeyen ve egemene rıza göstermeyenler buna karşı mücadele alanları geliştirmişlerdir. Bu mücadeleler etkili olabildikleri ve iktidarın kendisini yeniden üretmesini engellenebildikleri ölçüde iktidarı sarsmış ve iktidar sahiplerini iktidarlarını paylaşmak zorunda bırakmış ya da yıkılmıştır. Tarihi oluşturan bu diyalektiğin en güzel örneği 19. yüzyılda burjuvazinin iktidarına karşı işçi sınıfının mücadelesidir. İşçi sınıfı mücadelesi, burjuvazinin iktidarını sarsmış, burjuvazi buna karşı kimi zaman tavizler vererek (toplu pazarlık, sosyal güvenlik, burjuva siyasetine katılım hakkı vs), kimi zaman da şiddet araçlarını kullanarak iktidarını sürdürmüştür. Öte yandan da burjuvazi, emek sürecinde işçi sınıfı üzerinde yeni denetim mekanizmaları oluşturarak işçi sınıfı mücadelesini etkisizleştirecek üretim biçimlerini yeniden düzenlemiştir. İşçi sınıfı mücadelesi güç kazandıkça iktidar daha geniş kesimlerce paylaşılmış, demokrasi gelişmiş; mücadele zayıfladığında ise iktidar otoriterleşmiş, demokrasi gerilemiştir.
16 Nisan referandum süreci de tarihsel diyalektik içerisinde değerlendirilmelidir. Türkiye’de burjuvazi ve onun bugün temsilcisi durumunda olan AKP, 15 yıldır kimi zaman zor kullanarak, kimi zaman AB, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası kapitalist birlikler ve kurumların da desteğiyle toplumun önemli bir kesiminin rızasını alarak iktidarını sürdürmüştür. Neoliberal yapısal uyum programının yaşama geçirildiği 15 yılda Türkiye, sermaye için son derece cazip bir kâr alanı haline gelmiştir. Ancak, özellikle 2011-2012 yıllarından itibaren ekonomik büyüme yavaşlamaya başlamış, ihracat düşmüş, doğrudan yabancı yatırımlar azalmıştır. Bunda Türkiye’nin jeopolitik risklerinin artmasının yanı sıra küresel düzeyde rekabet gücünün zayıflamasının da önemli etkisi olmuştur. Örneğin, Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan Küresel Rekabetçilik Endeksinde Türkiye, 2014 yılında 41. sıradayken 2016 yılında 55. sıraya gerilemiştir. Türkiye, küresel pazarda katma değeri yüksek, teknolojik ürünler yerine halen düşük katma değerli, emek yoğun üretimle yer almaktadır. Hal bu olunca da rakipleri Bangladeş, Kamboçya, Mısır gibi emek gücünü ve beraberinde tüm doğal kaynaklarını ve toplumsal varlıklarını sermayenin sömürüsüne sınırsız biçimde açan ve otoriter rejimlerle yönetilen ülkeler olmaktadır. Türkiye bu ülkelerle rekabet edebilmek için benzer koşulları sağlamak durumundadır. Yani başta sosyal haklar ve örgütlenme hakkı ile bu hakların savunulmasını engellemek üzere düşünce ve ifade özgürlüğünden, adil yargılanma hakkına kadar en temel insan haklarının ortadan kaldırılması gerekmektedir. Oysa burjuvazinin çıkarları çerçevesinde oluşturulan ve Türkiye’de ağır aksak da olsa uygulanmaya çalışılan demokrasi ve hukuk düzeni bile buna engel teşkil etmektedir.
İşte, 16 Nisan referandumu ile yapılmak istenen rejim değişikliği, küresel rekabette engel olarak görülen demokrasi ve hukuk düzeninin ortadan kaldırılıp, iktidarın tek elde toplandığı otoriter bir düzenin inşa edilmesini amaçlamaktadır. Aslında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL’le birlikte demokrasi ve hukuk zaten rafa kaldırılmıştır. Şimdi ise demokrasi ve hukuk düzeninin geri dönüşü olmayacak biçimde tüm izleriyle birlikte silinmesi istenmektedir.
Referandum sürecinin adaletsizliğine ve hukukun en temel ilkelerinin bile çiğnendiği referandum sonuçlarına dünyadan çeşitli tepkiler gelmektedir. Ancak bu tepkiler, rejim değişikliğinin içeriğinden ziyade hukuk ihlallerinin referandumun meşruiyetini tartışılır hale getirecek ölçüde kaba biçimde yapılmasınadır. İçerikten çok şekle ilişkin olan bu tepkiler uzun sürmeyecektir. Aynı şekilde Türkiye’de sermaye çevreleri ve hatta “hayır” çalışması yürütmüş ama sermaye ile çıkarları çatışmayan kesimler de (CHP, MHP, AKP, Vatan Partisi içindekiler vs) kısa zamanda, demokrasi vs kaygılarını bir kenara koyup, bu yeni rejimi kabulleneceklerdir.
SALDIRI SINIFSALSA MÜCADELE DE SINIFSAL OLMALI!
Peki, bu durumda Erdoğan’ın söylediği gibi iş bitmiş, “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” midir? Elbette iş bitmemiştir, böyle düşünmek diyalektiğe, tarihin akışına aykırıdır. Dayatılan rejim değişikliği ile hakları ellerinden alınan emekçiler, Kürtler, Aleviler ya da sadece ahlakı ve vicdanıyla hareket edenler haklarını yeniden elde etmek için mücadele edeceklerdir. Zamanla gerçeği gören “evet”çiler de bu mücadele içerisine yerlerini alacaktır.
Referandum sürecinde toplumu korkutarak sindirmeye yönelik tüm çabaların boşa çıkartılması; hukuk dışına çıkılmadan “hayır”ın sandıktan çıkmasının engellenememiş olması ve YSK kararlarına sokaktan verilen tepkiler işin kolay kolay bitmeyeceğini göstermektedir. Ancak bu mücadelenin başarılı olabilmesi ve daha fazla bedel ödenmesine gerek kalmadan sonuçlanabilmesi için karşı karşıya olduğumuz rejim dayatmasının sınıfsal yönünün gözden kaçırılmaması ve mücadelenin de bu çerçevede sınıfsal bir perspektifle yürütülmesi gerekmektedir.