23 Nisan 2017 02:35
/
Güncelleme: 01:41

İşgal edilmiş şehrin tomografisi

Burhan KUM

Mimari ve şehirleşmenin toplumsal etkileri hakkında dünya üzerinde yazılmış oldukça zengin bir külliyat var. Mekân mı insanı yoksa insan mı mekânı üretiyor sorusu tavuk/ yumurta ikileminin kentsel yansıması olarak geçerliliğini koruyor. Şehrin nasıl görü(n/l)düğü söz konusu olunca, ressamların da bu meseleye bir ucundan bulaşmaları haliyle kaçınılmaz. Flaman usta Johannes Vermeer üzerine oldukça kapsamlı araştırmalar yapan sanat tarihçisi Albert Blankert, ilk şehir portrelerinin (stadvedute) 1650’lerde Hollanda’da ortaya çıktığını yazar. Örnek verdiği iki Flaman şehir portresinin ikisi de, ilginçtir, birer ‘felaket resmi’dir: Pieter Saenredam’ın 1652’de yanan Amsterdam belediye binasını resmetmesinden iki yıl sonra Egbert van der Poel Delft’te infilak eden barut deposunun ardında kalan “derin boşluğa” bakan şehri panele aktarmıştır. Blankert, bu iki resim üzerinden girdiği yazısında Vermeer’in 1661 tarihli Delft’in Görünümü adlı eserinin resimsellik, atmosfer ve gerçekçilik açısından bu türün 17. Yüzyıldaki zirvesi olduğunu iddia eder. 

Oysa bu resimlerin ilk şehir portreleri oldukları tartışmalıdır. 1468-84 yılları arasında istanbul’da tutsak olduğu sarayda ‘görevli’ sıfatıyla bulunan İtalyan Giovan Maria Angiolello anılarında, Fatih Sultan Mehmet’in, 1479’da İstanbul’a gelip yaklaşık bir buçuk yıl kalan Gentile Bellini’den Venedik’in bir çizimini (Venezia in disegno) yapmasını istediğini yazar. Fatih’in bu çizimi ileride işgal etmeyi planladığı şehir hakkında bilgi edinme amaçlı yaptırdığı kesindir. Bellini’nin elinden çıkma bu eser sofu II. Bayezid tarafından imha ettirildiği için harita mı yoksa resimsel bir çalışma mıydı, bu konuya dair somut bilgiye sahip değiliz. Ancak bugün Venedik Gallerie dell’Accademia’da Bellini’nin elinden çıktığı kesin olan, 1496 ve 1500 tarihli en az iki Venedik resmi bulunuyor. Her iki resmin de fiziki gerçekliği oldukça iyi yansıttığı söylenir. Bellini İtalya’ya döndüğünde İstanbul’un resimlerini de yapmış olabilir mi? Günümüze kadar intikal etmiş böyle bir eser olmasa da bunun mümkün olduğunu düşünebiliriz. Doç’un şehrin Osmanlılar tarafından işgal edildikten sonraki durumunu merak etmiş olma ihtimali bence yüksek.

Günümüzde artık kimse bir ressamdan ‘fiziki gerçekçilik’ kaygısı gütmesini beklemiyor. Resmin bir kanıt olarak hükmü yok. Bu durumun ressamın elini rahatlattığı, enerjisini ve zihnini binaların aslî  anlamlarını çözümlemeye yöneltmesini sağladığı söylenebilir. Sanatçılar nicedir camera obscura’nın kaydedemediği anlamın görüntüsünün peşindeler. Bu nokta, meselesi uzun zamandır İstanbul ve mimarisi olan Sercan Apaydın’ın Sahibinden adlı ikinci kişisel sergisinde yer alan resimlerini incelemek için ayağımızın tekini koyabileceğimiz bir zemin oluşturuyor. İlk sergisi Derin Boşluk’ta patlayan inşaat sektörünün şehrin geçmişini nasıl yuttuğunu resmetmişti. Şimdi ise geleceğimizin de satıldığını çarpıyor yüzümüze.

Resimleri çözümlemek için diğer ayağımızı basabileceğimiz zemini de resimlerdeki bakış açısında buluyoruz. Kimi zaman uzaktan, kimi zaman da aşağıdan baktığımız yapıların içine giremediğimizi fark ettiğimizde anlıyoruz binaların aslında bizi dışarı tükürdüğünü. Şehirde olsak bile dışarıda ve aşağıda olduğumuzu söylüyor bu resimler bize. İnsan ölçeğine dair tek referans binaların birer fırça darbesiyle vurgulanan ve bir iskeleti çağrıştıran katları, onlar aracılığıyla boyutları hakkında bir fikir ediniyoruz. Oldukça yüksek, masif ve hacimli olduklarını anlıyoruz. Alelacele dikildiklerini de. Gördüklerimiz, kendimizi daha da küçük, ezik ve uçucu hissetmemize neden oluyor. Bellini’nin Fatih için yaptığı Venezia in disegno bir işgal hazırlığına işaret ederken, Sercan çoktan işgal edilip satışa sunulmuş şehrin portrelerini yapıyor.

İŞGAL ALTINDAKİ ŞEHRE AİT OLAMAMAK

Bu resimler aynı zamanda işgal altındaki şehre ait olamamanın bakışını da içeriyor. Gördüğümüz binalara nasıl girilir, nasıl eklemlenilir bu yapılara, bilemiyoruz. İnsanların kendileri için, kendileri tarafından yapılan binalarda ancak protez olarak yaşayabilmeleri hastalıklı bir yabancılaşma hali olsa gerek. Sergide yer alan kesik tuvaller ise birer mazgal gibi, ya da yan dönmüş demir parmaklıkları çağrıştırıyorlar. Dışardayız ama, bir taraftan da, binaların kabuğunda açılan bu yırtıklardan içeri bakabiliyoruz. İnsan dışında olduğu binanın veya içinde günlerini geçirdiği hapishanenin sahibi olabilir mi? Soyutun sınırlarında gezinen bu işler eskilerin neden mücerred dediğini de anlamamızı sağlıyor: Tecrit edilmiş, soyulmuş, çıplak. 

Bir de bizi meseleye başka bir açıdan bakmaya davet eden Hole (çukur, delik) serisi var sergide. Panoptikon’un çıkış noktası olan üst bakışla, uzaktan resmedilen stadyumları (içine çektiği erkek sürüleri disiplin altına alan yapıları) muktedirin gözünden görüyoruz. Hepsi birer kara delik gibi insanları yutan bu ‘arena’lar hafızanın ve zamanın da yok olduğu mekânlar. Sadece oyunun süresini değil, bilinci de hayatın zamanından koparıyorlar.

Mesele mimari olunca malzeme de önemli oluyor haliyle. Sergilenen eserlerde tuval bezinin yerini bazen de inşaatları yaşamdan izole etmek için kullanılan jüt alıyor. Cephaneyi düşmandan devşiren sanatçı Distortion (çarpıtma, bozulma) serisinde şasilere jüt gererek, insanla ait olmadığı yapılar arasındaki gerilimi hatırlatıyor. İçerde olup biteni gizleme işlevi taşıyan jütün üzerinde bu kez yaklaşan çöküşün tomografik izlerini görüyoruz. Bir şehrin portresi daha ne kadar gerçekçi resmedilebilir ki?

Sercan Apaydın’ın Sahibinden adlı sergisi 13 Mayıs’a kadar Beyoğlu, Versus Art Project’te görülebilir.

Evrensel'i Takip Et