Otuz altı
Alper Kaya’nın bu haftaki öyküsü tüm Türkiye’nin bildiği meşum bir 1 Mayıs’tan...
Alper KAYA
Baba omzu en güvenilir meskenlerden birisidir. Bazen bir sayfiye yolunda, bazen misafir gezmelerinden yorgun argın dönülen kış gecesi uzunluğundaki yürüyüşlerde, bazense sadece yürümekten yorulunduğunda sığınılan bir limandır. Bazı babalar ise, çocuklarını hiç omuzlarına almazlar. Bilinçli bir tercih midir yoksa bir bilinçaltı izdüşümü gereği midir bilinmez. Bazıları ise bir daha hiç omuzlarına alamazlar.
Bilinçsizce değildir bu üstelik, her anını hatırlarsın.
Her anını hatırladığın şey ise, bir lanettir özünde. Senin yakanı hiç bırakmayacak bir lanettir. Ben de çok iyi hatırlıyordum. Bir insan, beş yaşına dair neyi hatırlayabilir? Ben beş yaşımdan bu yana başka bir şey hatırlamıyorum ki…
Her şey güzel başlamıştı oysa ki. İnsanların akın akın çıktığı geniş alanda, adeta bir bayram havası solunuyordu. Babamın sabah gazeteleri okurken titreyen bıyıklarını ilk olarak anımsıyorum o günü hatırladığımda.
“Bak şu herifçioğluna, neler de diyor piç kurusu!” diyerek gazeteyi anneme doğru sallamıştı. Annem ise, babamın bu tarz şeyler söylediğinde yaptığı klasik mimiği takınıp beni işaret etmişti gözleriyle. Ayıp bir şeyler söylemiş olmalıydı babam, gülerek el çırpıp “Piç kurusu!” diye tekrarladığımda annem “Yaptığını beğendin mi?” diye homurdanarak babamın uzattığı gazeteyi bir paçavraymış gibi çekip almıştı. Almıştı almasına ancak bakışları donmuş, dudakları bükülmüştü.
“Eyüp, acaba gitmeseniz mi?” diye sormuştu. Babam ise yumruğunu hafifçe, yine de beni ürkütecek kadar kuvvetli bir şekilde, masaya vurmuş; “Ne alakası var ya? Bir iktidar beslemesi başyazar bozuntusu böyle yazdı diye ben meydana mı çıkmayacağım?” diye bağırmıştı. Babamı ikna etmek zordu. Hele hele, kendisinin çok ateşli bir inançla bağlandığı herhangi bir konuya karşı ikna etmek dünyanın en zor işlerinden birisiydi.
Nitekim annem de ilk başta geri çekilmiş göründüyse de, artık gitme vaktimiz gelince ağlamaklı olmuş; biraz da duygu sömürüsü yapma adına olsa gerek bana peş peşe iki üç kez sarılmıştı. Montumun önünü çekerken “Uslu dur, babanın elini bırakma…” gibi şeyler mırıldanmış; benden çok babamı uyarır gibi bakmıştı.
Babamın elini tutup, nereye gideceğimizi bilmeden tıngır mıngır yanında ilerlemeye başlamıştım. Havada bir bayram havası vardı. Yollar, yürüyen insanlarla doluydu. Birbiriyle göz göze gelen insanların selamlaşması bana çok garip gelmiş olacak ki, babamın beşinci selamından sonra “Sen herkesi tanıyor musun?” diye sormuştum. Babam ise buna gülerek, “Yok, ama tanımak illâki ismini bilmek demek değil ki!” deyivermişti. Genelde babam o yaşlarda anlayamayacağım pek çok şey söylerdi.
En sonunda, devasa bir kalabalığın içinde yaracak kadar bile ilerleyemeyeceğimiz bir yere varmıştık. Babamın gözleri parlıyordu; nereden bulduysa bir flama bulmuş sallamaya başlamıştı. Benim kalabalıkta iyice bunalabileceğimi düşündüğünden olsa gerek, tutup omzuna oturtmuştu beni. Şimdi her yeri görebiliyordum işte!
İleride birisi boğuk bir mikrofonla konuşma yapıyordu. Bazı insanlar çılgınlar gibi alkışlıyor, bazıları ise sanki orada kimse konuşmuyormuş gibi kendi aralarında bayrak sallayıp, slogan atıyordu. Elimi, kalabalıktan gördüğüm gibi yumruk yapıp sallamaya başlamıştım. Babamın yanındaki yaşlı bir adam, bu hâlimi görünce gülümseyip yanındakini dürtmüştü. O da kendi yanındakini, o da berikini derken bir anda on – on beş kişi bana bakıp gülümsemeye başlayınca babam da kafasını kaldırıp bana baktı. Kızacağını düşünüp yumruğumu indirmiştim. Bunun üzerine gülerek kendisi de elini kaldırmıştı.
Bir insanla, aynı anı paylaştığın son hatıra hiç aklına kazınır mı? Kazınıyormuş demek ki. Saatler geçmiş, artık iyice susamıştım ki babam “Tamam, birazdan gidiyoruz. Şu konuşma da bitsin…” deyince dünyalar benim olmuştu. Sahnede takım elbiseli bir adam konuşuyor, konuşuyor; kalabalık ise iyiden iyiye coşku seline kapılıyordu.
Konuşması bitmişti. Bittiğini ilan etmek için olsa gerek, bir patırtı koptuğunu duydum. Babama baktığımda çok endişelendiğini ve göğsüme elleriyle siper ettiğini fark ettim. Ne olduğunu anlayamadan, sahnenin tam tersi yöne koşmaya başlayan yüzlerce insanla yüz yüze kalmıştım. Korkarak ağlamaya başlamıştım, babam soluk soluğa arkasını dönmüş koşmaya başlamıştı. Beni indirmeye çalışıyordu ama kalabalıktan fırsat olmuyordu ki!
Bu esnada aynı sesten iki tane daha duymuştuk. Birisi daha yakından gelmişti. Yanlış yöne gittiğimizi işaret etti yanımızdakilerden birisi. Neye göre yanlıştı? İnsanın babası yanlış yapar mıydı hiç? Beni bir türlü sırtından indirememişti; bu onu sinirlendiriyordu ki yanındakilerle itişmeye başlamıştı. Ne fayda? Yanındakilerden sıyrılabilse arkadan o kadar insan geliyordu… Birisi, “Kazancı’ya dönelim!” diye bağırınca herkes mantıklı bulmuş olacak ki; hepimiz aynı anda o yöne dönmüştük. Bir patırtının kopması ise birkaç dakika sürmemişti. Ne olduğunu anlayamadan, “İnsanları eziyorlar!” diye bağıran bir ses duydum.
“Kamyon sürmüş üstlerine şerefsizler!” diye bağırıyordu ilerilerden birisi. O yöne gitmekten vazgeçmiştik ancak başka bir gürültü başlamıştı şimdi. Bir ezilme sesleri geliyordu, bir çığlıklar. Babam nihayet beni omzundan indirebilmişti. Eliyle bir köşeye doğru ittirdi beni.
“Oraya git, saklan!” diye bağırdı kulağıma. Kalabalığı yararak gittim söylediği yere. Bir köşe başına varmıştım. Yumruğum hâlâ sıkılıydı.
O akşam, babamı ezdiler.
1 Mayıs 1977’ydi tarihler. Üstelik, devletin açıkladığı listede babamın adı da yoktu. Sonradan açıklanan başka bir listede bulabildik babamın adını. O listenin yayınlanmasından, babamın beni “Oraya git, saklan!” diyerek kışkışladığı an arasında ne yaşadım? Hiç bilmiyorum.
Bir insan, beş yaşına dair ne hatırlayabilir ki zaten?
Devlet bile unutmuşken, babamı hatırlamak ne haddime?