Yeraltından insanlık numuneleri
Burhan Kum, Yüksel Arslan'ın farklı sanatını ve sanat anlayışını Evrensel Pazar'a yazdı.
Burhan KUM
Yüksel Arslan’ın ölümünün ardından açtığı yolun hakkını veren o kadar çok yazı yazıldı ki, bilinmeyen ne yazılabilir sorusu oldukça haklı görünüyor. Ancak bazen öyle sanatçılar vardır ki ardından iki çift laf etmezsen borçluluk duygusu ömür boyu peşini bırakmayacak gibidir. Yalnız, der tarihçiler, sağlıklı bir yargı için bir insanın neler yaptığına bakmak kadar neler yapmadığına, neleri reddettiğine de bakmak gerekir. Bir sanatçının ölümünden üzerinden on gün geçmiş ve yaptıkları hakkında neredeyse her şey yazılmışsa, geriye ters açıdan bakmaktan başka yol görünmüyor.
Arslan’ın sanat hayatı Türkiye’de toplumcu gerçekçilik ile soyut resim arasında hakimiyet savaşının sürdüğü bir ortamda başladı. Akademi merkezli bu tartışma sanatçıları belli bir gruba dâhil olma zorunluluğuna itiyordu. Arslan akademiye girmeyi reddederek bu kısıtlayıcı ve verimsiz tartışmada öğütülmekten kurtuldu. Bu, sanatçının farklı olabilme yolunda verdiği ilk doğru karardı. Eğer akademik eğitim alsaydı Das Kapital’den esinle gerçekleştirdiği arture’lerdeki içten ve ödünsüz politik dili muhtemelen kuramayacaktı. Sanat tarihi okumayı seçerek akademinin öğrencileri buz kalıplarında donduran eğitim sisteminden yırttı. Sanat ve sanatçı kavramlarının tamamen farklı anlamlar kazandığı, disiplinlerarası çalışmaların neredeyse kural olduğu günümüzde, Yüksel Arslan örneğine rağmen, sınırlayıcı ‘atölye sistemi’nin devlet akademilerinde halen hüküm sürmesi anlaşılır gibi değildir. (Gerçi ülkenin içine yuvarlandığı geriye dönük yönetim biçimi göz önüne alındığında doğru olan belki de değişmeden kalabilen ‘akademi’nin tavrıdır.)
Yüksel Arslan’ı farklı kılan ikinci önemli adımı okumaya verdiği öncelikti. Resim dünyasını klasik eğitim sisteminin önerdiği çizimden başlayarak kurma yerine, teorik gelişimi temel alan okuma sürecinden yola çıkarak inşa etti. Böylece çalışmalarını ilerde birçok ‘el ustası’nı düştüğü -sanat felsefesi yokluğundan kaynaklı- kendini tekrar etme açmazından en başında kurtardı. Arture’lerine başladığı yıllardan sonra resim dilini ve yöntemini pek değiştirmese de konularını sürekli beslendiği okuma kaynaklarından aldığı için anlatacak hep yeni bir hikayesi olmuştu. Yaşlı Sartre’a artık neden yazmadığı sorulduğunda, “Gözlerim görmez oldu, okuyamıyorum. Nasıl yazabilirim ki?” dediği rivayet edilir. Herhalde Yüksel Arslan’ın da çizemediği günleri olduysa, mutlaka okuyamadığındandır.
HAZIRDAN YEMEYE KARŞI KOYMAK
Birçok yazar-eleştirmen tarafından da özellikle vurgulanan, resim yaptığı malzemeyi kendi üretmeyi tercih etmesi basitçe romantik bir tavırla açıklanamaz. Öncelikle, bu tercihi çalışmalarının ilerki yıllarına hâkim olacak anti-kapitalist felsefeyle tam örtüşmektedir. Tüketim ekonomisinin belirlediği ve ready-made sanat yapıtlarının cirit attığı piyasada sıradaki bir sanatçı olmak yerine dil ve malzemesiyle de farklı olmayı başarmasının altında bu hazırdan yemeye karşı koyması yatar. Malzemesinin formülünü okuduğu bir kitapta karşılaştığı kırk bin yıl öncesine dayanan mağara resimlerinin yapımında kullanılan boya tekniklerinden devşirdi. Dolayısıyla, kendine özgü yöntemlerle ürettiği boyalarla yaptığı arture’ler dar anlamıyla sanat tarihinin olsa da, geniş anlamıyla insanlık tarihinin bir parçası olarak görülmelidir. Alman ressam Baselitz, “Resim bir direniş aracıdır, çünkü yer altında doğmuştur” lafını etmeden kırk yıl önce Yüksel Arslan ‘yeraltı’ tekniğiyle ürettiği boyalarla sisteme karşı direnişe başlamıştı bile. (Ancak o da diğer tüm sanatçıların içine düştüğü açmazdan kurtulamadı: 2009 yılında İstanbul’da açılan kapsamlı retrospektifi, bir bankanın sponsorluğunda, özel bir üniversitenin bünyesinde, yani kapitalin şemsiyesi altında gerçekleşmişti.)
Sanatçının belki de en büyük itirazlarından biri de sanatını ahlâki değerlerle yargılanmasına kulak asmayışı olmuştu. 1967 sergisinde yer alan on resmin, yaşamın temel güdüsü olan cinsellik ile pornografi arasındaki farkı göremeyen cahiller tarafından “cinsellikle ilgili ve iğrenç imajlar” içerdiği gerekçesiyle dört ay süreyle ‘gözaltına’ alınmaları sanat tarihimizin en trajikomik sayfalarından birini oluşturur. Bu olay, yargı ve bürokraside karar koltuklarında oturanların kollarının uzandığı her alanda ‘bilirkişi’ oldukları yanılgısına tipik bir örnektir. Hele bilimden sanata, spordan bedenler üzerinde söz sahibi olmaya kadar her alanda hem bireylerin hem de konunun uzmanlarının üzerinde hüküm vermeyi kendisine hak gören yeni yönetim sisteminde sanat eserleri daha çok gözaltına alınacağa benzer.
Ali Artun Mümkün Olmayan Müze adlı kitabında, Nuh Peygamber’in “Soyumuzun numunelerinden kurduğu koleksiyonu dolayısıyla, ‘ilk koleksiyoner’ ünvanını hak ettiğini” yazar. O halde beslendiği kaynaklar açısından bakıldığında Arslan için en uygun tabir de ‘insanlık koleksiyoneri’ olduğudur. Arture’lerini İbn-i Haldun’da Orhan Veli’ye, Descartes’ten Eisenstein’e, Van Gogh’dan Kafka’ya savrulan bir yelpazede oluşturan sanatçı böylece insanlığın gelişiminde payı olan neredeyse herkese yapıtlarında yer vermiştir. Yaşadığı dönemde sık sık gündeme gelen “yerli ve milli” kalıpları içine sıkışmamış, işlerinde sürrealist ögelere yer verse de tek bir akımın sınırlayıcı kalıpları içinde de düşünmemişti. Güncel siyaset de, felsefe de, yeri geldiğinde zoofili de, kısaca insana dair her şey onun ilgi alanındaydı.
Yüksel Arslan bu dünyada 83 yıl okur-çizerlik yaptıktan sonra başlangıç noktası olan yeraltına geri döndü. Geldiği gibi aniden ve şaşırtarak. Şimdi bize zihnimizin duvarlarına kazıdığı binlerce izin anlamını çözümlemek düşüyor.
Evrensel'i Takip Et