03 Mayıs 2017 01:59

Bermal Aydın: Gerçek, kurgudan daha tuhaftır!

OHAL kapsamında çıkarılan 689 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edilen Bermal Aydın yaşadıklarını Evrensel'e yazdı

Paylaş

Bermal AYDIN

Okumaya başladığınız bu yazıyı yazmak aklımda yoktu. Kafka’nın ve Orwell’ın bir araya gelip ancak kurabilecekleri gerçeküstü bir dünyayı, gerçek olamayacak kadar absürt zamanları edebi bir metinde okumak değil de bizzat deneyimleyerek yaşamak, takdir edersiniz ki oldukça tuhaf ve sanırım biraz da bu yüzden anlatılası, paylaşılası. Hiçbir şey için değilse de içimizde birikeni hafifletmek ve sağaltmak için…

Bir seneyi aşkın bir süredir her gün yeni bir akıl dışılığa ve hukuk dışılığa uyanan iki bini aşkın akademisyenden biriyim. Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifinin Ocak 2016’da bir basın toplantısıyla duyurduğu “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı illerindeki insan hakları ihlallerine dikkat çeken ve barışın yeniden tesisini isteyen bildiriyi imzalarken başıma, başımıza bunların geleceğinden haberdar değildim. Birçoğumuz gibi öngöremezdim de… Elimden hiçbir şey gelmemesinin ağırlığıyla biraz da kendimi, vicdanımı rahatlatmak için elektronik ortamda imzaladığım bir metnin, hayatımın akışını baştan sona değiştireceğini tahmin etmek ne de olsa hayal gücünün sınırlarını oldukça zorlamak olurdu. Neyse ki hayal gücü bizden oldukça geniş, ülkesi için barış isteyen bir akademisyen topluluğundan terör destekçisi bir yapılanma çıkarmaya çalışan son derece yaratıcı hikmetlilerimiz varmış. Ne diyeyim zihnimin ne kadar sınırlı olduğunu görünce bir kez daha kendimden utandım. Sanırım her şeyi bilimsel ölçütler içinde düşünmeye çalışmak ve akademik gerekliliklere, kurallara uygun olarak söze ve yazıya dökmek alışkanlığından olsa gerek. Mesleki deformasyon! 

Baştan söyleyeyim: Bu, politik amaçlarla yazılmış bir yazı değil, kişisel bir hikayedir. Ama her öyküde olduğu gibi bütün hakkında bir bilgi, bir ipucu içerir. Ve insanın dahil olduğu, insanı anlatan her anlatıda olduğu gibi aynı zamanda politiktir de…  

DOST BİLDİKLERİMİZİN SESSİZLİĞİ

Kendi küçük hikayemden yola çıkarak anlatacak olursam bildiriyi imzaladığımda hem Mersin Üniversitesinde uzman olarak çalışıyor hem de Galatasaray Üniversitesinde doktora çalışmamı yürütüyordum. Bildiri, kamuoyuna açıklandıktan sonra Cumhurbaşkanının rektörleri ve savcıları imzacı akademisyenlere karşı göreve çağırmasının ardından, öncelikle 16 Nisan 2017’de sözleşmem yenilenmeyerek görevime son verildi. Görevime son verilmesinin gerekçesi ise hakkımda yürütülen adli-idari soruşturmalardı. İdari soruşturmayı başlatan ve bünyesindeki imzacı akademisyenleri savcılığa şikayet ederek haklarında adli soruşturma başlatılmasına yol açan Mersin Üniversitesi Rektörlüğü, her iki soruşturmanın da sonuçlanmasını beklemeye gerek duymadan hükmü vermiş, cezayı kesmişti. Türkiye akademisinde doçent kadrosu altındaki akademik personelin teamülen yenilenen sözleşmeleri, bütün iş güvencesi ve çalışma hakkı yok sayılarak politik bir tehdit aracına, geride kalanların da başının üstünde sallandırılan Demokles’in kılıcına dönüştürülmüştü. Rektörlük bir yandan fakülte dekanlıkları yoluyla imzacılara imzalarını çekmeleri yönünde telkinde bulunurken (Bu öneriyi bir süreliğine benim de düşünmek zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim); ne yazık ki fakülte yönetimleri de dik bir duruş sergilemeyerek rektörlüğün talimatlarına uygun fakülte yönetim kurulu kararlarına imza attılar. Şimdi siyasi konjonktüre uygun şekilde idari mahkemelerden aleyhimize çıkan her kararda sevgili eski fakültemizin “Bu imzacı akademisyenlerle ilgili son kararı, rektörlüğün takdirine bırakıyoruz” cümlesine atıf var. Günlerce, haftalarca tartışılarak, sözde bizi de sürece dahil ederek ama son kertede rektörlüğün isteği doğrultusunda alınan fakülte yönetim kurulu kararları, üniversite yönetiminin hukuksuz uygulamasının meşrulaştırıcı bir aracına dönüşmüş durumda. 

Fakülte yönetimlerinin başında bulunan kişiler, bırakın arkadaşlığı, dostluğu, meslektaşlığı en temel insan haklarından olan düşünceyi özgürce ifade etme hakkının bile arkasında duramadılar ne yazık ki.  Gerekçeleri ise üniversiteyi akademi yapan akademik özgürlük, analitik düşünme ve eleştirelliği feda ederek fakültelerinin masa, sandalye, kırtasiye gereçleri gibi fiziki ihtiyaçlarının sağlanmasına devam etmekti. Dillendirilmeyen asıl neden, kendilerine bile itiraf etmeye zorlansalar da makamlarını, mevkilerini koruma arzusuydu. Sonuçta aileleri vardı, çocukları, taksitleri, kredileri, senelerini verip fakülteyi kendi özel işletmelerine, adeta dükkanlarına çevirdikleri emekleri! Yoksa nasıl açıklanabilirdi kendi akıbetlerini öğrenmek için kapılarını çalan iki meslektaşlarını, neredeyse oda basmakla suçlayacak kadar ileri gitmeleri? Kampüste öğrencileriyle bir araya gelip açık ders yapan bir diğer imzacıyı günah keçisi ilan etmeleri? Konforlarını korumak için birkaç meslektaşlarını feda etseler ne çıkardı…Onlar da metni imzalamasalardı canım! Her yetişkin insan gibi yaptıklarının bedeli buysa, ödeyeceklerdi! En kötüsü, en acıtanı da buydu galiba yaşadığımız süreçte: İzzetbegoviç’in Bosna Savaşı sırasında söylediği gibi; “Düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın, daha doğrusu dost bildiklerimizin sessizliği!”

YENİ TÜRKİYE’NİN ÜNİVERSİTELERİ 

Çok sevdiğim işimi kaybettikten kısa bir süre sonra Türkiye’de alternatif medya arayışları ile ilgili yazdığım doktora tezimi tamamladım. Bir süre sonra 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti… Darbenin amacına ulaşmamasını Türkiye’nin bir türlü tam olgunlaşmayan demokrasisi, en azından demokrasi ihtimali için bir kazanım olarak değerlendirip sevinirken ardından gelen OHAL, bitmeyen KHK’ler… Süreç içinde tezimin konusunu oluşturan iki kanalın (Hayat TV ve İMC TV), muhalif birçok yayın organıyla beraber türlü gerekçelerle kapatılması. Medyanın susturulması… Mecliste temsili olan bir partinin, HDP’nin yöneticilerinin hapse atılması, yerel yönetimlere atanan kayyumlar. Susturulmuş bir medya, sindirilmiş bir toplum, ehlileştirilmiş muhalefet… Böylesi bir ortamda yapılan referandum, ardından gelen rejim değişikliği. Tüm bunlar çok değil, bir buçuk sene içinde gerçekleşti… Az zaman, çokça icraat! Sonuçta “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!”

Amacı kamu kurumlarını darbe girişimini gerçekleştiren Fethullahçı Yapılanmaya mensup kişilerden arındırmak olarak açıklanan KHK’lerle gerçekleştirilmek istenenin bunun çok ötesinde olduğu ne yazık ki çok geçmeden anlaşıldı. Söz konusu kararnamelerle muhalif binlerce insan tasfiye edildi, bu arada Barış İçin Akademisyenler de unutulmadı. Her KHK’nin içine birer ikişer, kimi zaman onlarcası, yüzlercesi dahil edilerek üniversiteler temizlendi(!). Sonuçta yeni Türkiye’nin yeni tip üniversitelere, yeni tip akademisyenlere ihtiyacı vardı! İleri demokrasi bunu gerektirirdi. 

Listelerin çok önce hazırlandığı ve gerekli yerlere gönderildiği hepimizin malumu olsa da açıklanması için referandumun bitmesi beklenen 689 sayılı KHK ile 484 akademisyen, 29 Nisan günü görevden ihraç edildi. Mersin Üniversitesinden aralarında benim de olduğum toplamda 21 imzacı da bu KHK listesindeydi. Geride kalan doçent ve profesör kadrosundaki arkadaşlarımız, kadroları daimi kadro statüsünde olduğundan, her an çıkabilecek bir KHK ile ihraç edilmeye hazırlıklı olsalar ve hatta bunu bekleseler de bizim gibi yardımcı doçent ve altı kadrolarda çalışıp zaten daha önce sözleşmeleri yenilenmeyerek işlerine son verilen insanların da aynı KHK ile bir kez daha görevden ihraç edilmeleri, aklıma Edgar Allan Poe’nun sözlerini getirdi: “Gerçek, kurgudan daha tuhaftır!” Başta avukat olan kardeşim olmak üzere neredeyse tanıdığım tüm hukukçuları paralize eden bu durum, bir insanın artık çalışmadığı bir yerden ikinci kez kovulabileceğini de hepimize göstermiş oldu. İşimi kaybettim diye üzülmeyin, bir şansınız daha var, bir daha kaybedebilirsiniz, hem de tüm hukuki haklarınızla beraber! 

‘ADALETİN GERÇEKLEŞTİĞİNİ GÖRMEYE İHTİYACIMIZ VAR’

Bu süreçte yanıma tek kâr kalan aynı üniversite bünyesinde olup da tanımadığım harika insanlarla tanışmak, imzacı olmasa da yanımızda duran sevgili dostlarımın bir kez daha farkına varmak, dünyanın dört bir yanından gelen destekleri görmek, ailemin değerini daha iyi kavramak kısacası yan yana durabilmenin güzelliğini keşfetmek oldu. Hepsi de benim için tek tek çok kıymetliler. Şimdi dostlarımdan, ailemden uzakta olsam da bir gün adaletin yerini bulacağına inanmak istiyorum. Elimde kalan tek şey bu. Süreç içinde tanıdığım çok değerli Ulaş Bayraktar’ın hepimizi çok etkileyen yazısında da alıntıladığı gibi “Nefretimizi kazanamadılar, kazanamayacaklar” ama hayatımız altüst oldu, sevdiklerimizden ayrı düştük. Bu yüzden adaletin gerçekleştiğini görmeye ihtiyacımız var, hiç değilse iyileşebilmemiz için… Sevgili dostlarla tekrar bir araya gelmek ve yaralarımızı birlikte sarmak ümidiyle!

ÖNCEKİ HABER

‘En çok öğrencilerimizi özledik’

SONRAKİ HABER

Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde Türkiye'de basın ne durumda

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa