‘Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza’
Dicle Üniversitesinden KHK ile atılan Barış Akademisyeni Aydın Gelmez yazdı: Başımız dik ayrıldığımız o sınıflara yine başımız dik döneceğiz.
Aydın GELMEZ
29 Nisan akşamı, bir süredir ülkenin hakiki yönetim ve denetim şekli olmuş olan yeni bir KHK ile, üniversitemden benim dışımdaki 16, tüm üniversitelerdense 65 Barış imzacısı akademisyenle birlikte ihraç edildim ve sayısı yüzlere ulaşmış muhriç Barış Akademisyenleri kervanına katıldım. “Kervan” derken salt bir sayısal büyüklüğe gönderme yapmıyorum. Kervanın bir yükü vardır; sözümüzün yükünü taşıyacağız. Kervanın bir hedefi vardır; hedefimize ulaşacağız. Bu yüzden barış imzacıları açısından, kimsenin olmakta olanı salt bir akademisyen kıyımı olarak görmemesini isterim. Evet, birbirinden değerli bilim insanlarının meslek hayatlarını –şimdilik- sonlandırdılar; onları yokluk ve yoksunluğa mahkûm etmek istediler. İstedikleri olmadı, olmayacak. Zira varlıklarının anlamının sınırları, kendi kişisinin sınırında bitmeyenler, yaşamda kendilerinden daha büyük bir anlam görenler var kalmanın bir yolunu bulur. Fiziksel olarak var kalmak görece kolay (ama hem sendikam Eğitim-Sen’in hem de genel olarak KESK’in eşine az rastlanır böyle bir durumda oldukça iyi bir dayanışma sınavı verdiğini not düşeyim). Entelektüel olarak ise zaten varlar; onlar bu ülkenin gerçek söz söyleyenleri. Çoktan “Dayanışma Akademileri” aracılığıyla sözlerini yine, yeniden duyurmaya başladılar bile ve bu çaba büyüyecek.
Üniversitelerimizden atıldık, görünen o ki atılmaya devam edeceğiz. Ama üniversite kerameti kendinden menkul bir kurum değil; en başından itibaren iktidarın türlü biçimleri ile ilişki içinde. Zira toplumsal hegemonyayı inşa etmenin başlıca ayaklarından biri de üniversite. Bu yüzden, örneğin, Almanya’nın Nazileştirilme sürecinde üniversiteye özel bir önem verildi. Kürsüleri ellerinden alınan profesörleri, meydanlarda yakılan kitaplar takip etti. Öte yandan bizdeki durum Almanya’daki durumla tam olarak örtüşmüyor. Naziler siyasal egemenliklerini entelektüel hegemonyayla tahkim ettiler. Martin Heidegger, Carl Schmitt gibi etkili entelektüelleri vardı. Bizde ise sağlayabilecekleri ve kendisi aracılığıyla siyasal hegemonyaya destek verebilecekleri entelektüel kişi ve araçları olmadığından, bizzat üniversite kurumunun kendisini yok ediyorlar. Üniversiteler bilgi üretiminin değil meslek edindirme(me) “işi”nin yapıldığı devlet dairelerine dönüştürülüyor.
YA OLAN BİTENE TEŞNE OLANLAR?
Martin Heidegger’in uzun süre yakın dostu ve 20. Yüzyılın önemli düşünürlerinden olan Karl Jaspers Schuldfrage (Suçluluk Sorunu) ile Almanya için bugün bile hâlâ tamamlanamamış bir hesaplaşmanın başlangıcında durur. Kendisi de eşinin Yahudi olması nedeniyle, zorunlu emeklilikten, kitaplarının yakılmasına, dahası her an bir toplama kampına gönderilme tehlikesi yaşamaya kadar türlü sorunlarla baş etmek zorunda kalmış bir filozof olarak Jaspers, politikacıların suçları olan politik suç ile bir toplumun kendi rejimlerinin işlediği suça gönüllü ortaklığı demek olan kolektif suçu birbirinden ayırır. Bu ayrımın isabetliliği üzerine daha fazla düşünülebilir, ama bir topluluğun işlenen, işlenmekte olan bir suça, fiili olarak desteklemek bir yana sadece görmezden gelerek bile olsa, örtük ya da açık bir rıza göstermesi tekrar tekrar üzerine düşünülmesi gereken bir sorun. Bizlerin gidişini perdelerinin arkasından izleyenler, –dostum Osman Oğuz’un ifadesiyle- kendilerine lütfedilmese odalarında ışıksız kalacak olanlar, asla hakiki düşünce üretiminin birer parçası olmadıkları halde “ne ders olsa veririz” diyenler, öğrencilerine asla “dokunmayanlar” tüm olan bitendeki sorumluluklarından ne şimdi ne gelecekte kurtulabilirler. Zira yaptıkları birer gençlik hatası değil, yeterince olgunlar. Gaflete düşmüş de değiller, kandırılmaya hazır bir gönülle sofralara koşturuyorlar.
Yaptıkları ve yapmadıkları tarihin kefesinde tartıldığı vakit aslında ne kadar hafif, ne kadar yoksul ve yoksun oldukları görülür.
Son olarak çok az insanın yaşamı sırasında deneyimleyebileceği biçimde, hak etmediğim büyük bir onurlandırmayla beni uğurlayan o güzel çocuklara birkaç şey söyleyeyim. Sözümüzün yükünü taşıdığımız gibi gözyaşlarınızın ağırlığını da taşıyacağız. Başımız dik ayrıldığımız o sınıflara yine başımız dik döneceğiz. Ve emin olun, GERİ DÖNECEĞİZ.
“Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”
Cemal Süreya