14 Mayıs 2017 03:00
/
Güncelleme: 06:18

Adnan ÖZYALÇINER

AYDINLIKTA

Hangarı andıran, kalabalığın kararttığı, elektrik ışığının aydınlattığı bir fuar alanında kalabalığın içine karışmış mı, sıkışmış mı, neyse arkadaşlarından -çocuksa ana babasından- ayrı düşmüştü. Fuar hoparlöründen sürekli şu çağrı yapılıyordu:

- Kayboldunuz, girişte bekleniyorsunuz!

Kulaklarını tırmalayan çağrıya karşılık o, kalabalıkla bir o yana, bir bu yana sürüklenip duruyordu. Giriş dediği hangi yönde kalmıştı bilemiyordu. Kalabalık ne yana yöneliyorsa o da, onlarla birlikte, o yana sürüklendi. Sonunda çıkışa vardılar topluca. Onlarla birlikte çıkıştaydı. Dışarıda. Kalabalık çil yavrusu gibi dağıldı bir anda. Bir yanı deniz, bomboş bir alanda tek başına kaldı. Aydınlıkta.

YAZ GÜNEŞİ

Önümüz yaz. Hava, su, toprak ısınıyor. Doğa, binbir çiçekle patladı. Daha olgunlaşmamış meyvelerin ekşimsi tadıyla kekremsi kokuları yayılıyor. Yeşeren buğdayın, her biri güneş gibi parıldayacak başakların fırınları dolduracak dolgun ekmeklerinin kokusu duyuluyor şimdiden.

Dağlar, bayırlar, kırlar, denizler, ırmaklarla göllerin ışıltısı parıldatıyor havayı.
Doğada bir telâştır gidiyor. Hepimiz bir aradayız şimdi. Sıcacık. Yaz güneşi gibi.

KÖR SAAT

Akşam saatiydi. Kitap fuarının tenhalaştığı kör bir saat. O arada kitap tezgâhlarının yanından yaşlı, bastonuna dayanarak zorlukla yürüyen -belki de kitap tezgâhlarının başında, yanında, yöresinde tek tek durarak yürüyen- kitaplara bakmak yerine onlara iyice yaklaşarak elleriyle okşayan kör bir adam geçti. Borges hayaleti gibisinden.

Yaşlı adam, koklamak için mi, görmek için mi olduğu anlaşılmayan bir biçimde kitapların üstüne eğildiğinde, kitapların sayfaları, rüzgâra tutulmuş gibi bir bir açıldı. Adam, yanlarından uzaklaştıkça, fuardaki son adamın ardından kitapların bir ikisinin -kim bilir belki de çoğunun- yere düştüğünü -kendilerini yere attığını- görenlerin olduğu da söylendi fuar kapanırken.

DALGAKIRAN

Koyların sakinliği, denizin dalgalarını, fırtınalarını unutturur. Bir sığınaktır koy. Hep yaşamak istediğimiz, orada olmak istediğimiz. Açık denizin dalgalarıyla fırtınalarına göğsümüzü germediğimiz/geremediğimiz. Korktuğumuz, kaçtığımız yer. Dalgakıranımız.

GÜNEŞİ TUTMAK

Her karanlık gecenin sonunda güneş doğar. Gece karanlığının neminin, köreltisinin üstesinden gelmek, üstümüze sinen karanlığı silkip atabilmekse gün boyu sürer. Geceye kalmadan güneşi tutmak gerek.

MAYIS

Bir güldür Mayıs. Rengiyle, kokusuyla açan. Çoğalan. Elden ele geçen bir gül. Tutmasını bilmeyeni dikeniyle kanatan.

GÜNEŞ AYDINLANDI

Güneş soldu. Ortalık karardı. Her yer soğudu, soğuk bir yel yalamışçasına. Çöl ne karardı, ne soğudu. Kum tanelerinin arasında biriktirdiği, sakladığı ışıkla, ısıyla olduğu gibi kaldı. Yalnız kendini ısıtıp aydınlatmadı çöl. Yüz binlerce yıldır güneşten aldığı ışıkla ısıyı gökyüzüne saldı. Güneş aydınlandı.

MAYIS ÇİÇEKLERİ

Mayıs çiçeklerine dokunduğumda çıplak bir kadının tenine dokunmuş gibi olurum. Kadife yumuşaklığında, ılık, kokulu, güneş parlaklığında. Mimoza tomurcuklarının parmaklarımın arasında dağılıp çevreye tozlarını pudra serpercesine yaydığı bir günde.

ÇİÇEKLİ DÜNYA

Yağmuru yağdırıyorum, güneşi açtırıyorum, çiçeklerle bezensin diye dünyanız.

İNSANIN SONSUZLUĞU

Evren de, doğa da sonsuz olduğuna göre sen de, ben de neden sonsuz olmayalım; ben, sen, o, biz, siz, onlarla birlik olduktan sonra?

NE KADARI

Yaşadıklarımızın yanında yaşamak istediklerimiz ne çoktur. Ne kadarını yaşayabiliyoruz? Yazdıklarımızın yanında yazmak istediklerimiz de öyle. Ne kadarını yazabiliyoruz?

BAHARI GÖRMEK

Sait Faik “Tüneldeki Çocuk” öyküsünde baharın geldiğini gözleriyle gördüğünü anlatır. Baharın cana can katan güzelliğiyle. Dilinin tadıyla:

“Bahar geldi gördün mü? Ben gördüm. Bir çingene kızının göğsündeydi. Bir insan kokusu duydum Mürüvet’te. İsmi Mürüvet’ti. Çayırlara uzanmıştı. Dişlerinin koyu, sarıya çalan bir beyaz rengi vardı. Bir mahalle kızının, arkadaşının ağzından çıkarıp al sen çiğne dediği sakızının renginde...”

ÖYLE Mİ, DEĞİL Mİ?

Yaşadığımız her şey, başımıza gelen bütün olumlu, olumsuz olaylar, bütün gördüklerimiz, bütün olup bitenler siyah-beyaz bir film sanki. Olan biteni aktaran televizyonlarda, bilgisayarlarda, hatta cep telefonlarındaysa her şey renkli. Parlak, şıkır şıkır, şenlikli. Öyle mi, değil mi?

KAYNAĞINDAN GELEN

İşçi yazarlar bire bir yaşadıklarını, kendilerine yaşatılanları -iş yerinde, evde, sokakta- aktardıklarında emeğin gücünü kalemleriyle sanatın gücüne dönüştüreceklerinden toplumcu gerçekçi edebiyatımızın, kaynağından gelen bu seslerle kazançlı çıkacağı kesindir.

Evrensel'i Takip Et