Mersin Limanı: Filmlere konu olacak bir direniş
'Türkiye işçi sınıfının yakın dönem mücadele deneyimleri' dosyamızın 6. gününde Mersin Limanı ve TEMA inşaat işçilerinin mücadelelerine mercek tutuk.
İLGİLİ HABERLER
Birlik olmak mümkün mü?
Böyle gelmedi böyle gitmez
İşçiler darbe karanlığını grevlerle yırttı
Ünaldı işçisi direnişi dokudu
TEKEL direnişi: ‘Gemileri yaktık, geri dönüş yok’
Hazırlayan: Sinan CEVİZ
Limanlar, ticarette, tarih boyunca önemli olmuştur. Teknolojiyle birlikte taşıma teknikleri de ilerlemiştir. Ancak her türlü ilerlemeye rağmen liman iş kolu hep en ağır iş kollarından biridir. Bugün limanlarda ağırlıklı olarak kapalı yükler taşınır. Yani konteynerlere yerleştirilmiş malzemeler. Konteynerlerin ağırlıkları ise 20 tondan 40 tona kadar çıkar. Tonlarca ağırlığında yüklerin taşındığı limanlarda yaşanan iş kazaları da ya ölümle ya da ağır sakatlanmalarla sonuçlanır. Bu ağır koşullar, özelleştirmelerle daha da ağırlaşırken, işçileri canından bezdiriyordu.
İşte Mersin Limanı işçilerinin, canlarına tak eden bu koşullara karşı verdiği sendikalaşma mücadelesi, içerdiği deneyimler bakımından, Türkiye işçi sınıfı tarihinde önemli bir yere sahiptir.
ÖZELLEŞTİRME: KIYIM VE SENDİKASIZLAŞTIRMA
O zamanlar Türk-İş’e bağlı olan Liman-İş Sendikasının örgütlü olduğu Mersin Limanı, 2007 yılında MIP adlı firmaya peşkeş çekilirken, sıfır işçi alımı anlaşması yapıldı. Yani tüm işçiler işten atılacaktı. Liman hızla sendikasızlaştırıldı. Yeni işçiler ise taşeron firmalar vasıtasıyla alındı. Böylece örgütlülük dağıtılırken, iş güvenliği önlemleri de tamamen rafa kaldırıldı. Ama ağır koşullar yeni işçiler arasında da örgütlenme fikrini ortaya çıkardı.
Mersin Limanında taşıyıcıların olduğu bölüm Akansel isimli taşeron firmaya devredilmişti. Türk-İş’e bağlı TÜMTİS burada örgütlenme çalışması başlattı. Patronun yanıtı 197 işçiyi işten atmak oldu. TÜMTİS üyesi işçiler, direniş çadırı kurdu. Patron önce limanda çalışan Türk, Kürt, Arap işçilerin arasındaki farklılıkları kullanarak direnişi bölmek istedi. Bir yandan da meslek grupları arasındaki farklılıkları kullanmaya çalıştı. Ama bunlar işe yaramadı. Direnişi kazanan işçiler, sendikalı olarak işlerine geri döndü.
İŞ KOLU DEĞİŞTİ, NOTER SATIN ALINDI
Bir yandan da Liman-İş eski üyelerinden oluşturduğu komiteyle yeniden örgütlenmeye başlamıştı. Bu arada TÜMTİS’in örgütlediği bölümle ilgili açılan iş kolu itirazı davası patron lehine sonuçlandı. Taşeron firmalar dahil tüm çalışanların antrepoculuk iş koluna girdiği tespit edilince, TÜMTİS’in de desteğiyle Liman-İş hızla örgütlenmeye başladı.
Patron da boş durmuyordu, noterden işçilerin üyelik bilgilerini satın alarak tek tek işçiler üzerindeki baskıyı artırdı. Bu durum, sendika uzmanının bir işçi gibi notere giderek sendikadan istifa edeceğini söylemesi, noterin de bunun için para ödenmesine gerek olmadığı işverenin ödediğini belirtmesi üzerine ortaya çıktı. Sendika üyeleri noter önünde kitlesel eylem yaparken, sendika ile görüşen patron işçilere baskı yapmayacağını beyan etti. İstifaya zorlanan 16 işçi de yeniden üye oldu.
Patron bu kez TİS yapmamak için her yolu denedi. Ancak ücretlerine iki yıldır zam alamayan işçiler, kararlılıydı. Tüm karşı girişimler bertaraf edilerek, 17 Mart 2010 tarihinde nihayet sözleşme imzalandı.
SALDIRI HİÇ BİTMEDİ
Patron, işçilerin sendikalaşmasına karışmayacağına yönelik protokol imzalasa da böyle olmadı. İşçilerin düşük ücretle, ölümüne çalıştırıldığı ağır koşullara geri dönmek için bulduğu her fırsatta örgütlülüğe saldırdı.
MIP’de birçok taşeron firma vardı ve sendikalaşma sürüyordu. Protokolün imzalanmasının hemen ardından 9 Nisan 2010’da sendikal çalışmalardan dolayı 6 işçi işten atıldı. İşçiler yine direndi ve 40 gün süren mücadelenin ardından atılan arkadaşlarını geri aldırdı. 23 Temmuz 2010’da bu kez başka bir taşeron firmada çalışan 35 işçi işten atıldı. Bir kez daha direniş başlamıştı limanda ve tam 100 gün sürdü. Sendikal Güç Birliği Platformunun yalnız bırakmadığı Liman-İş üyeleri yine kazandı.
İKİNCİ SÖZLEŞME DÖNEMİ
Sonraki iki yıl da farklı geçmedi. Özellikle ikinci TİS grüşmelerinin sürdürüldüğü 2012 yılı sendikalaşmaya yönelik saldırıların arttığı bir yıl oldu. İşveren vekilleri taşeron uygulamasında ısrar ediyor, sosyal iyileştirmelerde adım atmıyor, sendikayı dikkate almadığını her tutumuyla belli ediyordu.
Mersin Limanı işçileri şunu artık öğrenmişti; Yetki almak yeterli değildi! Yaşananlar göstermişti ki iki sınıf arasındaki mücadele uzun solukluydu ve eğer işçiler birliklerini biraz olsun gevşetirse patron bu birliği tümüyle yok etmek için hemen saldırıya geçecekti.
2013 martında uyuşmazlık zaptı tutuldu ve ara bulucu süreci başlamış oldu. Bu süreçte sonuç alınamazsa greve çıkılacaktı. İşveren işçilere gözdağı vermek için 22 işçiyi işten attı. Atılan işçiler 4 Mart 2013 günü kapı önünde direnişe geçti.
İŞ, EKMEK YOKSA BARIŞ DA YOK!
Bu kez daha tecrübeliydi liman işçileri. Hızla kamuoyu örgütlenmiş, destek eylemlerinin gerçekleşmesi sağlanmıştı. Sendikalar ve emekten yana kurumlar harekete geçirilmişti. İçerideki işçiler iş yavaşlatarak destek verirken, direnişçiler taşeronun içeri girmesini engellemeye çalışıyordu. Direniş 22. gününe geldi, işveren işçi çıkarmaya devam ediyordu; atılan işçi sayısı 34’e yükseldi. Bu, ipleri iyice gerdi. “İş, ekmek yoksa barış da yok” diyen liman işçilerinin sabrı taştı. Yasal süreç greve doğru gidiyordu ama artık ok yaydan çıkmıştı.
İşçiler, 3 Nisan’da başlattıkları eylemle direnişi başka bir boyuta taşıdı. Bir grup işçi vinçlerin tepesine çıktı. Liman kapılarına konteynerler yerleştirildi. Bütün makineler susturuldu. Diğer işçiler ise liman kapısındaydı. Sendika bütün yönetimi ile direniş alanındaydı. Liman adeta işgal edilmişti. Limana ne kapıdan ne denizden yük giriş çıkışı yapılmıyordu.
Panik yaşayan patron, kolluk güçlerini harekete geçirmiş, dışarıda bekleyen işçilerin direncini kırmaya çabalıyordu. O gün yüzlerce işçi çadırlarda geceledi. Sabaha doğru polis işçilerin çadırlarına saldırdı. Ancak direniş sürdü. Aynı gün kapı önünde bekleyen işçilere bir saldırı daha oldu. Gaza boğulan işçiler, geri adım atmak yerine eşleri ve çocuklarıyla direnişi büyüttü.
İŞÇİ 8 METREDEN DÜŞTÜ
Yerden 40 metre yüksekte, vinç tepesinde duran işçilerin, gıdaya erişimi polis tarafından engelleniyordu. Bu durum, insanlık dışı bir tablo ortaya çıkardı. İşçiler tuvalet ihtiyaçlarını dahi vinç tepesinde karşılıyor, susuzluklarını yağmur suyuyla gidermeye çalışıyordu. 6 Nisan’da yaşanan olay bardağı taşırdı. O gün polisleri atlatarak bir vincin altına yiyecek koymayı başarmıştı işçiler. Yukarıdan inen bir işçi ise yiyeceği almak istemiş, tam bu esnada polis müdahale etmişti. Yeniden vinç tepesine tırmanmaya çalışan işçi 8 metre yüksekten düşerek ağır yaralandı.
İşçinin öfkesi daha büyüktü artık. Ne yapılsa boştu, direnç kırılamıyor, liman milyon dolarlarla ifade edilen zarara uğruyordu. Oysa işçilerin istediği direnişin sadece bir gününde yaşanan zarar kadar değildi. 7 Nisan günü patron sendikayla masaya oturarak talepleri kabul ettiğini duyurdu.
Birliklerini bozmayan işçiler, mücadelelerini yasalarla sınırlamadan, fiili meşru bir zeminde hareket ederek kazandı.
Eylemin kanun dışı olduğu gerekçesiyle patron tarafından açılan dava ise bir yıl sonra sonuçlandı ve mahkeme, direnişin “Bir insan hakkı olduğuna ve yasal dayanağı bulunduğuna” karar verdi.
TEMA İNŞAAT İŞÇİLERİ
İnşaat sektörü, özellikle 2000’li yıllardan sonra ekonominin canlandırılmasının, bir aracı olarak kullanıldı. İktidarlar, sektörde yaşanan usulsüzlükleri, sağlıksız ve güvencesiz çalışma koşullarını adeta teşvik etti.
Ormanlık araziler, yeşil alanlar oldubittilerle yapılaşmaya açıldı. İnsani bütün değerlerin betona gömüldüğü, mimari bakımdan değersiz yapılar yükselmeye devam ediyor kentlerin dört bir yanında.
Sektör büyür, yeni firmalar kurulur, çok katlı yapılar bir birbiri ardına yükselirken, inşaat işçileri hep kölelik koşullarında çalışıyor, yaşam standartları giderek düşüyordu.
Toplu konut gibi büyük inşaat sahalarında işçiler, prefabrik odalarda sıkış tepiş kalırlar. Üstelik her türlü hijyenden yoksun şantiyelerdeki bu odalarda yattıkları ranzanın parasını peşin ödemek zorundadırlar. Yatakhanelerin temizliği de işçilerin kendi imkanları ile yapabildikleri kadar mümkün olur.
Aynı sağlıksız koşullar yemekhanelerde de geçerlidir. Genelde kötü ve çürümüş malzemeden yapılan yemekler gelir inşaat işçisine. Herkes adeta inşaat işçisinin sırtından kazanacağının peşindedir. Bayat ekmekler, kurtlu yemekler besin değeri düşük yiyecekler... Kötü yemekten şikayetçi olup yiyemeyenler için alternatif, şantiyelerde bulunan kantinlerdir. Kantinlerde ayaküstü yiyecekler bulabilirsiniz, yalnız piyasa değerinin üstünde para ödemeyi göze almanız gerek. Şantiye alanları genelde alışveriş yapılabilecek yerlere uzak olduğundan kantinde satılana mahkumdur işçiler. Ortak kullanım alanları olan banyo ve tuvaletler asla yetmez, yüzlerce işçiye bir banyonun düştüğü inşaatlarda düzenli banyo da sıcak su bulmak da zordur.
Taşeron çalışmanın çok yaygın olduğu inşaatlardan her gün birkaç işçinin ölüm haberi gelir. Çoğu memleketinden uzakta, ailesine hasret çalışan inşaat işçilerine bu kötü koşullar ve ağır iş karşılığında ödenen ücret ise çok azdır. Üstelik aylarca para ödenmediği de az görülen bir durum değildir.
İşçilerin bu olumsuz tabloya karşı, güçlerini birleştirdiği bir örgütlülükleri ise neredeyse yoktur. Mevcut sendikalar bu alandaki yüz binlerce işçiye ilgisizdir. Özellikle son yıllarda artan iş cinayetlerine gösterilen tepkiler sonrasında kurulan dernek vb. örgütlenmeler ise ne yazık ki inşaat işçilerinin ana gövdesine mal olmamıştır. Zaman zaman patlama noktasına gelerek iş bırakan, çeşitli eylemler yapan inşaat işçileri verilen vaatleri saymazsak elleri boş geri dönmüşlerdir. Ancak binlerce işçinin bir arada olduğu şantiyelerde “Ne yapmalı?” sorusu alttan alta hep tartışılır, çıkış yolu aranır.
TORUNLAR CİNAYETİ TETİKLEDİ
İşte Esenyurta’ta benzer koşullarda çalışan Tema İnşaat işçileri de, hem çalışma koşullarına hem de her gün yaşanan iş cinayetlerine öfkeliydi. 6 Eylül 2014’te Mecdiyeköy’de bulunan Torunlar inşaatta asansörün düşmesi sonucu 10 işçi hayatını kaybetmişti. Bu cinayet işçilerin öfkesini alevlendirmiş, şantiyeleri hareketlendirmişti. Torunlar cinayetinden iki gün sonra, 8 Eylül’de yedikleri öğle yemeğinden kurt çıkınca Tema İnşaat işçilerinin öfkesi taştı. Üç bin işçi yürüyüşe geçti. “Ölmek istemiyoruz”, “Kurtlu yemek istemiyoruz”, “İnsanca koşullarda yaşamak isti-yoruz” diyordu işçiler. Eylem sırasında kantin ve internet kafe olarak kullanılan salonda da dağıtılmıştı. Yemek yenilemeyecek kadar kötü olduğundan buradan alışveriş yapamıyorlardı, çünkü 50 kuruşluk bir bisküvi iki liraya satılıyordu. Fırsatçı işletmecilere de öfkeliydi işçiler. Seslerini duyurmak için yönlerini otobana çeviren işçileri polis de engelleyemedi. Otoban çift taraflı olarak trafiğe ka-patıldı işçiler tarafından.
BİNLERCE İŞÇİ OTOBANDA
Tema patronları hemen harekete geçerek, taleplerin kabul edileceği vaadiyle işçileri şantiyeye dönüp işbaşı yapmaları için ikna etmeye çalıştı. Bu, eylemi sonlandırmanın klasik yöntemiydi. Tema işçileri bu kez oyuna gelmediler ve yine toplu olarak şantiyeye yürüdüler ve aralarından bir işçi komitesi seçtiler. Patron vekilleriyle yapılan görüşmede işçiler, eğer talepler kabul edilmez ve bir protokolle imza altına alınmazsa, asla işbaşı yapmayacaklarını bildirdiler. İşçiler yemeklerin düzeltilmesini, soğuk su sebillerinin konulmasını, sigortalarının düzenli yatırılmasını, içeride kalan ücretlerin ödenmesini, sıcak su sorununun çözülmesini, ayakkabılıkların konmasını, kantin fiyatlarının düşmesini, internetin ücretsiz olmasını istiyordu. Kısa süre sonra işçilerin bütün taleplerinin, işçi komitesi ile işveren vekilleri arasında bir protokolle imza altına alındığı duyuruldu.
İşçi komitesi taleplerinin takipçisi olacak, uygulanmaması halinde eylemler yeniden başla-yacaktı. Tema işçileri, “yeni bir sendika mı kurulmalı, mevcut sendikalarda mı örgütlenilmeli, dernek mi kurulmalı” gibi soruları gündeme aldıkları kitlesel toplantılar yaptılar şantiyede. Onların bu çıkışı, inşaat işçilerinin nasıl örgütleneceği ve sendikaların rolü üzerine daha ciddi tartışmaların fitilini ateşleyen bir eylem olarak tarihteki yerini aldı.
Evrensel'i Takip Et