Referandumdan 2019 hesaplarına
Mesele sadece %49'un talepleri bile değildir; ülkenin emekçilerinin, ezilenlerinin talepleri ve ülkenin bu talepler ışığında yönetilmesidir.
Çağıl ADIGÜZEL
Kocaeli Üniversitesi
Referandumun hemen ardından gelen YSK açıklaması sonrası bir an vardı. Doğru düzgün yayın bile yapamayan, ancak cumhurbaşkanlığı-AKP-MHP bloğunun neredeyse üçte biri kadar ekranlarda yer bulabilen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir açıklama yaptı. Ve belki de uzun bir zamandır ilk defa ülkenin büyük bir bölümü sevmediği bir siyasetçi gördüğü için kanalı değiştirmedi, “ne diyo gene yaa bu?” demedi ve bu açıklamayı canlı olarak dinledi. Aynı esnada YSK kararı birçok şehirde protesto ediliyordu. Kılıçdaroğlu'nun bu hırsızlığa yönelik söylediği tek şey ise o zamandan beri birçok mecrada alay konusu olan “doğru bulmuyoruz” lafıydı. Neredeyse her konuşmasında dile getirdiği bu laf bir kez daha ağzından çıkmıştı. Belki eleştirdiği şeylerin hiç biri için yeterli değildi bu söz ancak bu sefer durum çok daha kritikken bile bu söz yine CHP'nin taktiğini belirledi.
Sonrasında arka arkaya günlerce süren protestolar karşısında “sokak eylemlerini desteklemediklerini” dile getirdi Kılıçdaroğlu ve kliği. Giderek devletleşen AKP iktidarının koyduğu kurallar içinde, AKP iktidarının atadığı kurulların hakemliğinde mücadele etmeyi seçmek bir tarafa, bundan daha fazlasını yapmak isteyenlerin meşruluğunu kırmak, onları engellemek için kollar sıvandı ana muhalefet partisi tarafından. Birçok ilde tepki göstermek isteyen gençlik örgütleri il yönetimlerince engellenmek istendi veya tepkiler asgariye çekilmeye çalışıldı.
OY VERMEK YA DA VERMEMEK, BÜTÜN MESELE BU MU?
Çok ateşli bir biçimde A mahkemesine, B kuruluna itirazlar yapıldı; hiçbirinden cevap bulunamadı beklendiği gibi. Zaten herhangi bir vatandaş buradan bir şey çıkmayacağını söyleyebiliyorken yıllarını “siyasete” adamış CHP üst düzeyinin böyle bir beklentisi mi vardı? Hayır. Artık Erdoğan'ın söylediği gibi “atı alan Üsküdar'ı geçmişti”, birkaç cılız itiraz görüntüyü kurtarmak için yeterliydi asıl mesele “hayır'ı kim kendine yedekleyecek, ne yaparsak biz kendimize yedekleriz”di. Cevabı aday tartışmaları açarak buldu CHP yönetimi. 2019'da böyle bir seçimin yapılıp yapılmayacağının bile mücadelenin koşullarınca belirleneceğini yok sayıyorlar veya böyle bir ihtimal görmek bile istemiyorlardı.
Ülkenin geleceğindense, “var olan durumda 2 puan daha fazla oyu nasıl alırım” zihniyeti kendini bir kez daha gösterdi. MHP yönetiminin de iyice etkisiz eleman durumuna gelmesiyle hem MHP'li muhalif kesimi hem de hayır bloğunun içindeki diğer kesimleri Kemalizm ve sosyal demokrasiye sadece oy ilişkisi üstünden yedeklemek hesabı hâlâ kovalanıyor.
Adeta halkın siyasete katılımının tek unsurunun “oy vermek” olmasının zararlarını yıllardır görmüyormuşçasına bunu savunmaya devam ediyorlar. Çünkü halkın nasıl mücadele edeceği, tek adam rejimine karşı bir ortak mücadelenin nasıl yürütüleceği tartışması “kim kime oy verecek” tartışmasından önemsiz! 7 Haziran'da demokratik şartlarda iktidar olunamadığında silah baskısıyla ve korkuyla iktidara gelindiğini, oylar referandumda bu kadar rahat çalınıyorsa 2019'da benzer koşullar içinde bundan farklı bir durum oluşmayacağını, hatta bunun için şimdiden onlarca planın yapılmaya başlanacağını bilmek için aşırı bir siyaset deneyimine ihtiyaç yok.
CHP İÇİN DAHA İLERİ BİR TUTUM MÜMKÜN MÜ?
Birçok tartışma da yapıldı, mesele Kılıçdaroğlu'nun veya onu destekleyen kliğin meselesiymiş gibi tartışılmaya hala devam ediliyor. Bir eylem tabii ki onu yapanın iradesiyle ortaya çıkar ancak bunu sadece bir insanın veya grubun iradesiyle değerlendirirsek gerekli bağlantıları kaçırmış oluruz. Bazılarınca Kılıçdaroğlu'nun genel başkan olmadığı bir CHP “kurtarıcı” gibi addedilebilir nasıl ki bir dönem Kılıçdaroğlu'nun gelişi bir coşku uyandırdıysa. Mesele kesinlikle bu değildir. Bir eylemi ele alırken onu koşullayan ilişkiler ve bağlantıları, eylemin içinde bulunduğu bağlamı da görmek zorundayız. CHP yönetimi kendi tarihini, çizgisini, programını, ilişkilerini değerlendirdiğimiz zaman yukarıda ortaya koyulandan daha ileri bir tutum sergileyebilir miydi? Sermayenin en gerici kliğinin, en şoven, en açık terörcü yönetim biçmi olan faşizmin inşaasının karşısında yine sermayeye göbeğinden bağlı bir parti olarak durulabilir mi?
Uygulama ve söylemler cevabı bize gösteriyor ki böyle bir şey mümkün değil. Kurulduğundan beri devlet politikasından başka bir politika izlemeyen, izleyemeyen ve izleyemeyecek olan bir parti var karşımızda. Denizlerin idamına bile sadece 3'te 1'i hayır diyebilmiş bir parti. Karşımızda her gün daha fazla devletleşen bir iktidar varken izlenecek devlet politikasının AKP programından farklı olacağını söyleyebilir miyiz? Bu politikada devam etmek her gün bir yandan da AKP programına yedeklenmek olmayacak mıdır?
Dokunulmazlıkların kaldırılması meclis gündemine geldiğinde “Anayasaya aykırı ancak evet diyeceğiz” diyerek, hatta kararı anayasa mahkemesine götürmek isteyenler ihraçla tehdit edilmişti. Parti içi demokrasi? Yönetimin izin verdiği ölçüde.
Partinin bu tutumunun üstüne birazcık sivrilen isimler ihraçla korkutuluyor, ölümdense sıtmaya mahkum ediliyor. Ülkenin ezilenlerine reva görülen tek reçete de bugün CHP yönetimine göre bu. “Bize mahkumsunuz” politikası izlenmek isteniyor.
DÜZEN İÇİ “ÇÖZÜM” ARAYIŞI
Mahkum muyuz? Hayır. Tam tersine yeni anayasaya uydurulacak kanunlarda, tüzüklerde, yönetmeliklerde yapılacak değişikler meclisten bir bir geçirilmeye çalışılırken eğer halk tepkisini sokaklardan iş yerlerine, okullarına kadar göstermezse CHP yönetimi inen ve kalkan parmaklarla yapılan değişiklikleri izlemek “doğru bulmuyoruz” demek zorunda kalacaktır. CHP halka mahkum olduğunu net biçimde görmek zorundadır. Ancak tarih gösteriyor ki görmeyecektir, görmek de istemeyecektir.
Önümüzdeki süreçte sermaye güçleri ve AKP iktidarı açısından da Erdoğan açısından da baskı politikalarını artırmaktan başka çare kalmamışken geleceği düzen içi çözümlerle, ülkeyi kim yönetecek tartışmalarıyla kuramayacağımız kesindir. CHP yönetiminin birçok olayda ortaya koyduğu bu çözümsüz çözümler özellikle referandum sonrasında destekçilerinin bir kısmında “bu ülkeden bir şey olmaz” tutumunu destekleyecek yeni argümanlardan başka bir şeye yaramadı.
PEKİ GEREKEN NE?
Olması gereken mücadelenin yöntemlerinin “bu ülke nasıl yönetilecek”, “kimin talepleriyle yönetilecek” tartışmalarıyla şekillenmesidir. Mesele sadece %49'un talepleri bile değildir; ülkenin emekçilerinin, ezilenlerinin talepleri ve ülkenin bu talepler ışığında yönetilmesidir. Bunun tek yolu da halkın siyasetin belirleyici unsuru olması, politikaya doğrudan müdahale etmesidir. Genel demokratikleşme, KHK'larla yönetilmeye hayır demek, savaş politikalarına karşı çıkmak OHAL'e karşı çıkmak da bu mücadeleyle göbekten bağlıdır.
“Oy vermekle” irade devrederek yapılan soyut müdahalelerin bütün ülke hatta dünya tarihinde kalıcı değişiklikler ve çözümler getirmediği defalarca görüldü. Sermaye dayatmalarına karşı net bir duruş sergilenmedikçe, sömürü politikalarına ve irade gaspına dur denilmedikçe söylemde bile kalmayan bir muhaliflikten başka bir sonuç elde edilemez. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Yunanistan'daki SYRIZA örneği bize bunu net bir biçimde göstermiştir. Sistem içi “sosyal-demokrasi” anlayışının destek almak için çok keskin söylemlerde bulunduğu noktalarda bile halk desteğine rağmen sermaye ilişkilerinin üstüne çıkamadığını orada net bir şekilde gördük.
GELECEĞİ BİZ YARATACAĞIZ
İçinde bulunduğu koşullardan rahatsız olan herkesin, işçinin, emekçinin, öğrencinin, işsizin bulunduğu her alanda örgütlenerek en temelden örgütlediği talepleri için fabrikalarda, iş yerlerinde, okullarda, üniversitede politikayı yönlendiren bir pozisyonda olması şarttır! En ufaktan en büyüğe kadar 2-3'ten 200-300'e tartışarak, öğrenerek öğrenerek mücadele etmeliyiz.
Gençlik, ezilenlerin, sınıfın gençliği geleceğini kendi ellerine almak durumundadır. Dayatılan sistem içi çözümlerin aydınlık bir gelecek yaratmayacağını görmeli ve hayatın akışına müdahale etmelidir. Bunu gerekirse CHP gibi “muhalif” parti yönetimlerine rağmen yapmalı, örgütlenmelerinde geçmiş deneyimlerin ışığında, onlardan faydalanarak kendi iradesini politikanın yürütücü unsuru, mücadelenin lokomotifi haline getirmelidir. Geleceği yaşayacak olan bizleriz, dolayısıyla onu yaratacak olan da bizleriz.