Pusuda bir devlet ve cemaat
“Bizi bilir sever ama eşi de polis olduğu için vakit bulamadığını söyleyerek kaytarır”, “Müspet bir arkadaş geç tanışıldı yakın takiple samimiyet kurulursa kazanılabilir”, “Bizi bilir programlarımıza katıldı. Samimi, ev ziyareti yapılsın”, “Derslerimize katılır. Dergi yok, himmet yok, namazı düzensiz k
Bunlar, Cemaatçi polislerin meslektaşları ile ilgili tuttuğu fişleme kayıtlarından bir bölüm ve Gazeteci Ahmet Şık’ın piyasaya çıkan ‘Pusu - Devletin Yeni Sahipleri’ adlı yeni kitabında yer alıyor. Cemaatin devletin kritik birimlerindeki kadrolaşmasını gösteren bir kitap yazınca, kendi deyimiyle ‘Avcı iken av olan’ Hanefi Avcı’nın savcılığa verdiği belgede bulunan bu bilgiler, daha sonra soruşturma aşamasında yok olmuş.
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ!
Kitabın en can alıcı bölümlerinden birini oluşturan bu belgenin yok oluş hikayesini Ahmet Şık’ın kitabından okuyalım:
“Adeta illegal bir örgüt bazında çalışan bir yapı Ankara’da görevli bir kısım polis hakkında kendilerinden olan ve olmayan diye sınıflandırılmaya tabi tutularak, tam anlamıyla kendilerinden olmayanların ne şekilde kazanılabileceği, aile durumları ve şahsi özelliklerini kayıt altına almıştı. İddiaya göre bu çalışmalar sadece Ankara ile sınırlı olmayıp Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bütün departmanlarında ve diğer illerde de yapılmıştı. (..) Peki, Avcı’nın savcılığa teslim ettiği iddia edilen bu belgelerin başına ne geldi? Avcı’nın iddiaları ve bir taşınabilir hafıza kartı içinde savcılığa vermiş olduğu, 2007 yılında tutulduğu tahmin edilen fişleme kayıtları emniyetteki cemaat yapılanmasını çorap söküğü gibi ortaya çıkaracak denli önemliydi. Ama elbette ki bunun için adil ve iyi niyetli ve elbette cemaatin kollarının uzanamayacağı mesafede olan ve siyasi iktidarın koruyucu zırhı olacağı savcılar gerekiyordu. Normal prosedürde bu iddialara konu olan olayları araştırmak için savcılık makamının eğer soruşturma açarsa birlikte çalışacağı emniyet birimi İstihbarat Daire Başkanlığı’ydı. Ortada binlerce kişilik ve hepsi de polis olan fişlenmiş kişiler ve fişlemeyi yapan polislerin de kimlik bilgileri ve telefon numaraları vardı. Bu durumda İstihbarat Daire Başkanlığı’nın planlı-projeli bir soruşturma açarak söz konusu telefonları dinlemeye alması gerekiyordu. Ancak ortada sıkıntılı bir durum vardı ki o da İstihbarat Daire Başkanlığı’nın tamamıyla cemaatin eline geçmiş olmasıydı. Yani cemaatin en etkili olduğu birim kendilerinin örgütlenmesine ilişkin yürütülecek soruşturmanın da icra organı olacaktı. Elbette olmadı. Sadece Ankara’da çok sayıda polisle ilgili bu fişlemelerin Türkiye’nin 81 ilindeki tüm emniyet personeli için yapıldığı iddiasına, bir emniyet müdürünün bu iddiayla ilgili bir de delil sunmasına karşın bu soruşturmada bir adım öteye gidilemedi. Çünkü Avcı’nın teslim ettiği deliller yok olmuştu!
Yani Hanefi Avcı’nın hiç de yenilir yutulur cinsten olmayan iddiaları soruşturuluyormuş gibi yapılıp bilinen sebeplerle dosyası kapatıldı. Hanefi Avcı Ankara Özel Yetkili Savcılığı’nca açılan soruşturmada elindeki bilgi ve belgeleri teslim etmişti.
Gülen cemaatine bağlı polislerin ‘Emniyetin imamı’ olduğu öne sürülen O.H.Ö’yü, Hocaefendileri Fethullah Gülen’e şikâyet ettiği mektubun yanı sıra yukarıda anlatılan fişleme kayıtları da savcılığa teslim edilmişti. Hanefi Avcı, ‘Kozanlı Ömer’ olarak anılan O.H.Ö’nün şikâyeti üzerine verdiği ifadede bu fişleme kayıtlarından şöyle söz ediyordu:
‘Kitabımda davacının adının geçtiği belge orjinalini Ankara Savcılığı’na verdim. Savcı Ahmet Cihan Kısa soruşturmayı yürütmektedir. Aynı şekilde Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı (Hamza Keleş) resen harekete geçerek soruşturma başlatmıştır. Burada da tanık olarak ifade verdim. Belgenin orjinalini, cemaatin emniyetteki örgütlenmesini, emniyetin birimindeki (Çevik Kuvvet) görevlileri hakkında tuttukları bilgi fişlerinin, kimin cemaat yanlısı kimin karşıtı olduğu, bu bilgileri kimin topladığı bilgilerini kapsayan bir dijital beleği de savcıya verdim. Belge orjinalinin savcılıktan istenerek bu dosyaya da konulmasını talep ederim…’
Bu arada soruşturmayı yürüten özel yetkili savcı Hamza Keleş 12 Eylül 2010 referandumundan sonra AKP ve cemaatin bir birimi haline dönüştürülen HSYK’nin kararıyla 2011 Mart ayında görev yeri değiştirilerek söz konusu dosya elinden alınmış oldu. Değişiklikten birkaç hafta sonra Mayıs ayı içinde de Avcı’nın iddiaları üzerine savcı Keleş tarafından başlatılan soruşturmada takipsizlik kararı verildi. Kararda Avcı’nın iddialarının soyut ve yoruma dayalı olduğu ve bu iddiaları kanıtlayacak delillerden yoksun olduğu belirtiliyordu.
Peki Avcı’nın ‘Savcılara verdim’ dediği fişleme kayıtları ne oldu? Bu sorunun yanıtını da Avcı’nın sanık olduğu O.H.Ö’nün şikâyetiyle açılan soruşturmanın savcısı Nadi Türkaslan veriyordu: ‘Bu raporu Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na dijital ortamda verdiğini ifade etmişse de araştırıldığında ilgili soruşturma evrakında şüphelinin söylediği dijital verilerin bulunmadığının anlaşıldığı…’ Yani ‘kayıp’. Yani ‘soruşturma dosyasına hiç girmemiş’ görünüyor ya da ortaya çıkacağı günü bekliyor bir yerde… (...)
Peki, belge gerçekten kayıp mı? Ankara Adliyesi koridorlarında dolaşan bilgilere göre takipsizlik kararının ardından Avcı’nın avukatları dijital bellek içinde delilin teslim edildiği uyarısında bulununca savcı Türkaslan’a “öyle bir delil olmadığı” sözlü olarak söylenmiş. İddialara göre Avcı’nın anlattıklarıyla ilgili soruşturmayı yürüten savcılık makamı, Türkaslan’a öyle bir dijital belleğin dosyada olmadığını söyleyince takipsizlik kararı da o şekilde yazılmış. Ancak takipsizlik kararının çıkmasının ardından Avcı’nın avukatlarının başvurusu üzerine de bu kez dijital bellekteki dokümanların çözümlerinin yapılarak dosyaya konulduğu bilgisi verilmiş. Adli emanete alındığı söylenen dijital bellek de, Avcı’nın avukatlarının iade edilmesi talebine rağmen kendilerine teslim edilmemiş. Yani bir varmış bir yokmuş.” (sayfa 23-25)
Bu uzun alıntı kitapta haber değeri öne çıkan bölümlerin başında geliyor. Kitabın diğer bölümlerinde ise Ahmet Şık hem dava dosyasının analizini yapıyor, hem cezaevi sürecinde yaşadıklarını anlatıyor, hem de diğer kritik davaları da kendi yaşadıkları üzerinden tartışıyor.
NEDEN PUSU?
Şık, kitabına neden ‘Pusu’ adını verdiğini de şöyle anlatıyor: “...düşüncelerimi bölük pörçük notlar halinde yazarken başımdan geçenleri anlatacak en uygun sözcüğün ‘pusu’ olduğuna karar verdim. Bir devlet fitnesi, bir devlet pususuydu bu. Kitaba bu adı vermemde usta kalem Çetin Altan’ın zaman zaman yazılarında vurguladığı gibi bu ülke topraklarında düello değil pusu kültürünün egemen olması da etkili oldu. Nedenini açıklamayı da ona bırakıyorum o halde: ‘Aristokrasinin egemen olduğu dönemlerde; şeref de şerefsizlik de nutuklarla değil eylemlerle kanıtlanır. Örneğin bir düello davetinde, davetten kaçan şerefsiz sayılırdı… Türkiye’de hiçbir zaman bir düello geleneği olmadı; beylik deyimle bizim kültürümüzde, sadece pusu geleneği vardı…’ ” (sayfa 13)
358 sayfadan oluşan kitabın 79. sayfasında Ahmet Şık’ın dava dosyasındaki hukuksuzlukların analizi başlıyor.
KAFKAESK TUTUKLULUK
Şık, ‘kafkaesk tutukluluk’ olarak adlandırdığı tutukluluğun nasıl bir delil anlayışına dayandırıldığınu şöyle anlatıyor: “Tutuklanmama neden olan şu gizli delilleri bilmiyorum. (İddianame hazırlanınca da ortaya çıktı ki böyle deliller yok.) Odatv ile aramda bağ kuran tek delil ise içinde adımın geçtiği birkaç satırlık, imzasız, kimin yazdığı bilinmeyen bir word belgesi ile Ulusal Medya 2010 dokümanı oldu. Hâkimin o afili tutuklama kararına gerekçe olanların tümü bunlardan ibaretti.
Kitabımın bir kopyasının Odatv’ye nasıl gittiğine ilişkin bilgim olmadığını ve savcılığın bu konuyu araştırmasını talep ettiğimi de belirtmem gerekiyor. Aramızda hiçbir telefon konuşması, elektronik haberleşme ve yüz yüze irtibat olmayan, siyaseten de farklı kutuplarda olduğumuz bu kişilere kitap taslağımı neden ve nasıl gönderildiğini ben de merak ediyorum. Ama savcı ve hâkim hem Odatv çalışanlarının hem de benim Ergenekoncu olduğumdan emin. Yani Odatv çalışanlarının terör örgütü üyesi oldukları varsayımına, benim de bu kişilerle ilişki içinde olduğum varsayımı üzerinden Ergenekoncu oluverdim. Peki ya delil? O da zihniyet polisliği olsa gerek.” (sayfa 80)
KOZİNOĞLU, İDDİANAME VE 'DELİLLER'
Kitapta geniş yer bulan bölümlerden birini de, cezaevinde yaşamını yitiren ve Özel Harp Dairesi kökenli eski bir asker olan MİT’çi Kaşif Kozinoğlu ile ilgili bölüm oluşturuyor. Şık, bu bölümde şöyle diyor: “Bu bölüm yıllarca devletin belki de “pis işlerinin bir aktörü olduğu” düşünülen ve bu nedenle tutuklanması ‘olağan’ karşılanan bir isimle, MİT’çi Kâşif Kozinoğlu’yla ilgili. Bir nevi, dosyasından görebildiğim kadarıyla kendimce savunması Kozinoğlu’nun. İki nedeni var. Birisi Odatv soruşturmasının ne kadar abesliklerle dolu olduğunu göstermesi. Bir diğeri de kurulan tezgâhla atıldığı cezaevinde kendini savunma imkânı dahi bulamadan ölmesi. Açık söyleyeyim Kozinoğlu’nu tanısaydım seveceğimi sanmıyordum. Ama bu, yaşadığı haksızlığı anlatmama engel değil. (...) Öte yandan Kozinoğlu’nun geride bıraktığı bir eşi ve ömrü boyunca adını taşıyacağı bir oğlu olduğunu da, bir işe yaramayacağını bilsem de ‘medya cellâtlarına’ anımsatmakta fayda var.” (sayfa 143-144)
Kitap iyi bir gözle okunduğunda titiz bir gazetecilik çalışmasına ek olarak sosyalist bir bakış açısının zemin oluşturduğu muhakeme yeteneği dikkati çekecektir. Türlü derin ilişkileri ‘ters köşeye’ savrulmadan ve dik durarak analiz eden Ahmet Şık, Kozinoğlu bölümünde de ‘artık gözden çıkarılmış’ bir ‘derin’ ismin tasfiye edilmesi sürecinde kullanılan ‘delil icat etme’ yöntemlerine dikkatimizi çekiyor. Bu bölümü okurken, Ahmet’i kendi duruşuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan birinin dosyasını hukuki bakımdan irdelemeye iten ruh hali içinde ‘pusuya düşürülmüş’ bir gazeteci olmasının payı da kanımca dikkate alınmalıdır. Bu onda karşıt kampta görülen birinin düşürüldüğü ‘pusu’ya da kayıtsız kalmama gibi ‘etik’ bir sorumluluk duygusuna yol açmış.
Bugüne kadar pek çok gazeteciyi ‘pusuya düşürmüş’ olanların kendi ‘iç infaz’ hukuklarının bir teamülü olarak görülebilecek bir vakaya ‘yesinler birbirlerini’ kayıtsızlığını aşan bir gözle bakarak analiz etmek de doğrusu herkesin kolay cesaret edeceği bir iş değil.
Ahmet Şık kitabında bir medya analizi de yapıyor. Şık, buna ek olarak, son MİT krizini de kitabında tartışıyor. Kitap bunlarla da sınırlı değil. Kitapta, müesses nizamın yeni sahiplerinin yönelimlerini anlamak açısından çok boyutlu diyalektik bir analiz bulacaksınız.
Ayrıca Ahmet Şık’ın, günlük gazete rutinin, dili mekanikleştirici etkisinden epey bir süredir uzaklaşmış olmasının etkisini de bu kitapta görmek mümkün. Edebi bir kıvraklık ile gazetecilik zekasının iç içe geçerek demlendiği keyifle okunan bir dil, kitabın her satırında kendisini hissettiriyor.
Kitabın ön sözünü de, Türkiye’de basın meslek ilkelerinin savunulmasında özel bir yeri olan ve gazetecinin ‘şık’ olanından anlayan bir isim yazmış; Umur Talu. ERGENEKON VE SUSURLUK’UN KARŞILAŞTIRMALI OKUNMASI Ahmet Şık, kitabının, ‘Ergenekon Soruşturmasının Genel Analizi’ başlığını taşıyan bölümünde de, Susurluk ve Ergenekon süreci karşılaştırılmalı biçimde tartışıyor: DOĞAN ABİ İLE KOĞUŞ ARKADAŞLIĞI Ahmet Şık, kitabında koğuş arkadaşlarından birisinin Nedim Şener, diğerinin de, Evrensel’in ilk döneminde birlikte çalıştığımız Doğan Yurdakul olduğunu anlatıyor:
Talu’nun ‘Şık Gazeteci’ başlığını taşıyan ön sözünden bir bölüm şöyle:
Ahmet’in şıklığı sadece soyadından değil…
Her devirde ve her türlü “sakıncalı” damgası yiyebilmesinden de geliyor.
Bu damgayı vuranları sinir etmesinden; bu damgayı, nice güçlünün, kudretlinin, hakim mevkiin elinden yemeyi hak etmesinden geliyor.
Ezilenin, horlananın, dışlananın, kovulanın, vurulanın yanından bir gazetecilik elbet cilalı duayenlerin dediği gibi pek “objektif” olmayabilir ama; objektifini halkın yanında konuşlandırmak, mertliktir, şıklıktır, insanlıktır, gazeteciliğin özündeki damardır.
Ahmet’i; Metin Göktepe Hakikati’ni kovalamış genç gazetecilerle ve “Hayata Dönüş” diye yutturulan ve nice itibarlı, büyük, elbet özgürlüklere, insan haklarına pek müptela yönetmen ve yazarın kankalık ettiği Cezaevi Tufan Katliamı sürecindeki tersine, inadına haberleriyle bildim.
O devirdeki “kanlı objektif”i parçalayan gazetecilerden biri olarak.
“İlk zamanlar polis ve savcılık kaynaklı sızdırma belgelerin yer bulduğu medya aracılığıyla estirilen havanın etkisiyle, ben de dahil olmak üzere azımsanmayacak bir kitle bir kez daha Türkiye’nin derin devletiyle hesaplaşma için yeni bir fırsat yakaladığını düşünmüştü. Önceki fırsat herkesin bildiği gibi Susurluk soruşturmalarıydı. Ancak kısa zamanda üzeri örtülüvermişti. Daha sonra Şemdinli bombalamaları sırasında ele geçirilen fırsatın heba edilmesi ise Susurluk’tan daha hızlı olmuştu.
İnandırılmak istendiğimiz, “Ergenekon’un bir derin devlet soruşturması olduğu” yalanı ise zaman içerisinde soruşturmanın gelip dayandığı yerde anlaşıldı. Soruşturma malum cemaatin muhaliflerine yönelik bir sindirme, öç alma harekâtına dönüştü ve derin devletle hesaplaşma amacının olmadığı ortaya çıktı. Zaten tam da bu nedenlerle Ergenekon soruşturmaları Susurluk sürecinde olduğu gibi bir toplumsal destekten yoksun kaldı.” (sayfa 220-221)
“Mesleğe uzun yıllarını vermiş deneyimli bir gazeteci olan Doğan Yurdakul’un adını Nedim de ben de kitaplarından biliyorduk. Dündar Kılıç’ın biyografisi ışığında kabadayılar, mafya, derin devlet ilişkisini ele aldığı ‘Abi’ ile Soner Yalçın ile ortak imzalı ‘Reis’ ve ‘Bay Pipo’ kitaplarını beğenerek hatta kıskanarak okumuştum. Kısa dönem çalıştığım Evrensel gazetesinde yollarımız kesişmiş ama o Ankara temsilcisi, bense İstanbul’da muhabir olarak birbirimizden haberdar olmamışız. Cezaevinde sohbet ederken çok da ortak tanıdığımız olduğu ortaya çıktı. Çoğu gazeteci elbet.”