Tarihin sonu
Suriçi’nin en önemli parçası nasıl bir oyundur bilemediğimiz bir kirli oyuna heba edildi.
Ahmet ÇAKMAK*
Çocukluk anlatıla anlatıla, yazıla yazıla tükenir mi, en azından bende, çocukluğun nefes alıp verdiği, ete kemiğe büründüğü mekanlar şimdi de tarumar edilse de zihnimde yaşamaya devam edecektir.
Son on yılın ardından hem annem, hem de çocukluğumun şehrine döndüm yedi tepeli şehirden. Rüyalarıma sık sık konuk olan kesme taşlı sokaklardan, avlulu evlerin ıhlamurlu, dut ağaçlı serin gölgelerinden, ezan ve çan seslerinden daha fazla uzak kalmam zorlaşmıştı. Bir de aileden, dostlardan, şehrin on bin yıllık kadim kokusundan ve seslerinden.
Kırklar dağından baktığınızda, şehri bir gerdan misali saran Dicle’de martıların, balıkçılların Hevsel bahçelerinin izniyle, kral heykelleri gibi duran Keçiburcu’na dalmaktan, umudun yedeğinde zaman zaman kederlenmekten ne kadar süre uzak durabilir, vuslatı ne kadar uzatabilirdim. Uzatmadım. Geldim kırk yaşları epey geçmişken şairliğimin/yazarlığımın önünde az da olsa şehrimin adına layık olmaya çalıştığım gözbebeğimiz taşı kara, bahtı kara şehr-i amid’e.
İnsan ansızın yorulur ya bazen kendinden, ona yabancı gelen her şeyden, bunu bir fırsat sayıp vardım artık bir daha ayrılmayı düşünmediğim şehre. Vardım varmasına ama kıyametin ortasında buldum tüm sakinlerle kendimi.
Gelmez olaydın diyenlere inat iyi ki gelmişim dedim her seferinde. Neler neler görmedi ki şu gözlerim, ne acılar yangınında koklamadı ki her gün sızlayan burnum.
O günlerde memleketin her bir tarafında, en çok da bizim tarafta patlayan bombaların, ateş düşen ocakların yakarışıyla geçer. Bunca yıl Yeditepeli şehirde kaldıktan sonra, buraya gelmem çok zor oldu. Bir şeyler inatla çekmeye başlamıştı beni. Herkes gibi tedirginim, herkes gibi bu ateşe bir su duygusunda, her şey düzelir umudundaydım.
Yazdan beri hükümetle papaz olan şehirde hazırlık yapan dağdaki örgüt, karşılıklı tehdit üstüne tehdit yolluyorlardı.
Şireli üzümlerin, çizgili kış kavunlarının seyyar araba tezgahlarında, pazarlarda sergilendiği güzün son demlerindeyiz. Hançepek, Saraykapı ve Yenikapı mevkilerinde yüzü kapalı gençler, baskın yememek, kendimizi yönetiriz diye, kazdıkları hendeklerin arkasında silahlı nöbet tutmaya başladı. Devletin güvenlik kuvvetleri, onlar yokmuş gibi davranıyor; gerekirse operasyon yapar toplarız hepsini havasındalar.
Hendekler ve onun yanı başında çoğalan gençler, hafta hafta çoğalıyor. Artık o bölgelere geçmek tehlikeliydi. Yasak da hemen geldi zaten.
Köşeye sıkıştırılmış vahşi hayvanlar gibi, şehrin bir tarafında ablukaya alınmış çoluk çocuk yaşlı genç insanlar. O tarafa geçmek yasak. Yedi bin yıllık Suriçi’nin altı mahallesi ve bazı caddeler yaya ve ulaşım araçlarına kapalı. Ağır silahların ve her yeri döven havan toplarının inletici sesleri şehri uykusuz bırakıyor haftalardır. Giriş çıkışın yasaklanmadığı cadde ve mahallelere çok sıkı aramalarla girilebiliyor. Şehrin insan ve ticaret yoğunluğunun olduğu, tarihi Gazi ve Melikahmet caddelerinde, polis akreplerinin yüksek perdeden zaman zaman “Ceddin dede, ceddin dede” marşıyla geçişlerini izliyoruz artık “sakin” değil “tedirgin” olan insanlarla.
Çatışmanın yoğun olduğu bölgede kalan camilerin minareleri top atışlarıyla yıkılıyor bir bir. Kubbeler deseniz delik deşik. Arada bir uğradığım, çocukluğumun türlü yaramazlılarının mekanı tadilatı henüz bitip ibadete açılan Gregos kilisesi eskisinden beter durumda.
O güzelim bazalt taşından eyvanlı, avlusunda dut ağaçlarının, incirlerin, envai çeşit güllerin, nergislerin, reyhanların, yediverenlerin mis kokular yaydığı, çocukların türlü yaramazlıklar yaparak çimdiği havuzlu evlerin yerinde yeller esiyor.
Yasaklı caddelerin, mahallelerin girişlerinde, saçı sakalı birbirine karışmış polis ve askerler, kenara koydukları yaşam malzemeleri, silahlarıyla sokakları yirmi dört saat gözetiyorlar kum torbalarının arkasından. İçlerinde bazıları tehlikeli de olda işyerine getirdiği yeni arabalarının sağıyla soluyla ilgileniyor ve oldukça mutlu görünüyor kurdukları bariyerlerin yanına. Zaman zaman özel eğitimli JÖH’ler PÖH’ler, havadan ve karadan baskın yapıyor hendeklerin kazıldığı bölgelere. Karşılıklı bekleşiyorlar. Biri çember içine sıkıştıkça sıkışıyor. Sıkıştıkça cemreler daha erken düşecek, bahar daha çabuk geleceğe inanıyorlar. Sağ gidebilir miyim ana ocağına, yeni evimde çoluk çocukla yeni arabamla rahat yaşabilir miyim diye düşünüyor karşıdaki. Her an birileri mutlaka yaralanıyor ya da ölüyor bir kesime şehit olmak için. Binlerce esnaf dükkânını, semt sakini evini bırakıp daha güvenli olan yukarıdaki ilçelere göç etti. Elli metre ilerideki dükkânını, neredeyse üç aydır açmasına izin verilmeyen, işine gücüne bakamadığından suda çıkmış balığa dönmüş esnafların bariyerler dışındaki boynu kırık turları kahrediyor herkesi.
Kediler ve köpekler silah seslerinin az duyulduğu yerlerde gözle görülür şekilde çoğaldı. Parklarda bahçelerde yaramaz çocuklar, kuşları yakalamaya, yakaladıklarının kolunu kanadını kırmaya çalışıyor. Taklacı ev kuşları yuvalarının bozulmasıyla serbest kalıp konacak dal arıyor Sur dışındaki ağaçlarda. Ihlamur ağaçları çiçeklenmeye koyulmuştu oysa caddelerde sıra sıra.
Sonrası, şimdi devasa bir boşluk insanlık tarihinin on bin yıllık yaşanmışlığı, bıraktığı izler üzerine oturmuş.
Hançepek (gavur mahallesi), Hasırlı, Cemal Yılmaz, Savaş, Kore mahalleleri, Arbedaş, Tırba Sıpi, Yenikapı civarı yerle yeksan edilmiş. Benim gibi nicelerinin beş yılının geçtiği Süleyman Nazif İlkokulu, kafamıza alüminyumdan tas koyup yüz kuruşa traş eden ne berber, ne de dükkânı duruyor yerli yerinde yok. Daha düne kadar oradaydılar tam takım.
Yüreğimiz kanamıyor, çünkü kanayacak bir yürek bırakmadılar bizde, düşen gencecik gençler, başlara yıkılan onlarca bazalt taşlı avlulu evler, sokaklar sokaklar..
Suriçi’nin en önemli parçası nasıl bir oyundur bilemediğimiz bir kirli oyuna heba edildi.
Şu an elde kalan küçeçıkmazları, sokakları, mahalleleri ve meydanlara orada nefes alan cumbalı, avlulu evleri, Alipaşa’dan Lalebey’e, Mardinkapı’dan Behrampaşa’ya, hemen İskenderpaşa cıvarına, Saraykapayı’ya bize ve tarihe hatırlatacak ne varsa, o bu demeden şu şöyle oldu, bu böyle odluya takılmadan yıkıma, özensizliğe yok oluşa terk etmemeliyiz. Bu insanlık görevimizdir. Küllerimizden yeniden doğmaya, hayatı, insanlığı kucaklamaya devam etmeliyiz şimdi, hemen.
*Şair / Yazar