Uçsuz bucaksız bir tarla
Zalimin zulmünden, yangından mal kaçırır gibi kaçırıp kurtardığı; kökünden ektikten sonra bir süre başında beklediği emektar zeytin ağacı… Gövdesini o
Alper KAYA
Yaşlı adam, rüzgarın kaldırdığı toprakların ağzına-burnuna dolmaması için boynuna sardığı poşusunu gözlerinin altına kadar çekmişti. Bata çıka ilerliyor, arada bir yanında onunla yürüyen kediyi kontrol ediyordu.
Tarla o kadar kuraktı ki! Yine de, bir zamanlar bir şeyler ekili olduğu belliydi. Yer yer çapalanmış, yer yer de toprak yerden hafif kaldırılmıştı. Ekilmiş, biçilmiş, tekrar bir şeyler ekilmiş gibi görünüyordu. Ekilenler mahsul vermemiş olacak ki, hepsi tekrar sökülmüştü.
Yaşlı adam, sağındaki solundaki toprakları umursamadan ilerlemeyi sürdürüyordu. Tarlanın sağında solunda çekilmiş tel örgüler yer yer delinmiş, çitler yıkılmıştı ama bunu yaşlı adam pek umursamıyor gibiydi. İşin aslı, yaşlı adam yürüdüğü yol haricinde hiçbir şeyi umursamıyor gibiydi! Sadece beş – on adımda bir yanındaki kediye bakıyor; onun da yanındaki hareketlenme sonrası dikkati cezbedilip de yaşlı adama bakmasıyla yolda yürümeyi sürdürüyorlardı. Bu artık bir rutin olmuş gibiydi…
Yürüdükçe bitmeyecek gibi parsel parsel adımlanan tarlanın ufuk çizgisiyle kesişiyormuş gibi göründüğü yerde farklı bir çit görünmüştü. Sağda ve soldaki yıkık, virane çitler gibi değil; duvardan bozma bir yapıydı bu.
Yaşlı adam, bu yapıyı görünce heyecanlanmıştı. Kediye döndü, çocuksu bir sevinçle “İsis, gene geldik kızım!” diye seslendi. Kedi ise bu coşkuya ayak uydururcasına miyavlayıp yaşlı adamın bacağına sürtünüp yürümeyi sürdürdü.
Adımları biraz yavaşlamıştı artık. Varılacak yerden çok, o yolculuğa önem veren bir psikolojiye bürünmüştü. Heybetli bir şekilde, dikleştirdi omurgasını. Çizgiler içindeki yüzü, artık seyrekleşmiş sakalları ve hafiften içe çökmüş adem elması yaşını ele veriyordu. 70’ten fazla olmalıydı…
Kim bilir neler görmüş, geçirmiş; neler yaşamıştı? Tarlada, sanki geçmişin paslanmış hatıralarının üzerinde yürüyormuş gibi dikkatle ilerliyordu. Bir köşeye baktığında, yüzü buğulandı. Oraya ektiği çiçekleri düşünmüştü.
Birkaç metre ilerledi, ayakları artık yorgunluktan aksamaya başlamıştı. Başka bir köşeye gözü takıldı. Beş yıl önce kaybettiği hayat arkadaşıyla beraber çok sert geçen bir kışın sonunda biçtikleri ekinler gözünde canlanmıştı. Gözünden ufak bir yaş süzüldü, toprağa düştü.
Ufuk çizgisindeki virane yapı iyice yakınlaşmıştı artık. Derme çatma bir duvardı bu. Sanki bir zamanlar bir şeyi korumak için konuşlandırılmış da, bir kısmı yıkılmış gibiydi. Duvara yaklaştıkça adımları yavaşlamıştı ihtiyarın.
Gömdüğü çocukları, elinde büyüyen torunları, İsis’ten önceki diğer kedileri ve köpekleri ve bütün anıları sanki adamla beraber ayaklanmış yürüyorlardı tarla boyunca. Elbette uçsuz bucaksız değildi tarla ancak şimdiye kadar ailesinin karnını bu tarladan doyurmuştu. Doğanın kendisine bahşettiği bu araziye minnet borcu, uçsuz bucaksızdı.
Duvara varmıştı.
Yorgun argın bir şekilde duvara dayandı tek eliyle. Soluk alışverişi normale dönmeye başladığında yeleğinin cebinden küçük bir paket tütün çıkardı, hafif ıslattığı kağıda sardıktan sonra kağıdı tek eliyle ustaca yuvarlayıp sigarasını hazırladı.
Bir vakitler, köyde tütün yetiştiriliyordu. Kendi yetiştirdiği domateslerle takas ettiği tütünleri hatırlayınca gülümsedi. Ahmet miydi, Vakkas mıydı; kim yetiştiriyordu tütünü? Hatırlayamayacak kadar yaşlandığını fark edince gülümsemesi biraz solmuştu. Sırtını dayadığı duvardan güç alarak birkaç nefes çekti sigarasından. Başı dönmeye başlamıştı.
Birkaç nefes daha çektikten sonra nasırlaşmış parmak uçlarını bastırarak söndürdü sigarasını ve yeleğinin cebine attı. Başka bir zaman, başka bir yerde devam edebilirdi içmeye. Duvarı takip ederek beş – on metre kadar yürüdü ve arkasına geçmek için müsait olunan yere vardı. İsis ondan önce varmıştı ve duvarın arkasına geçmişti.
Kendisi de yavaş, ağır adımlarla geçti duvarın arkasına…
Burada, sadık dostu onu bekliyordu.
Zalimin zulmünden, yangından mal kaçırır gibi kaçırıp kurtardığı; kökünden ektikten sonra bir süre başında beklediği emektar zeytin ağacı…
Gövdesini okşarken, buruk bir şekilde gülümsedi.
“Belki bir daha gelemem… Seninle vedalaşmaya geldim!” diye homurdandı. Ağaç, bu söze cevap verir gibi belli belirsiz salladı yapraklarını ve birkaç tane zeytin tanesi ağır ağır adamın omzuna düştü. Yere düşmeden yakalayabildiği bir tanesini avucunun içinde sımsıkı tuttuktan sonra yere düşen zeytinleri koklayan kedisi İsis’e bakıp gülümsedi yaşlı adam.
Avucunun içindeki zeytin tanesi, sanki yılların belleğini taşıyordu. Gövdesini sökmek için gelenleri de anımsıyordu, dallarına çıkıp onu incitmekten korkarcasına saklambaç oynayan küçük çocukları da.
Doğa unutmazdı.