Çaralan: Asıl mesele talepler etrafında birleşmek
15-16 Haziran'ın canlı tanıklarından İhsan Çaralan 'Asıl meselesinin işçilerin talepleri etrafında mücadelesi ve bir sınıf olarak birleşmesidir' dedi.
Muzaffer ÖZKURT
Fırat TURGUT
İstanbul
Emek Partisi MYK Üyesi, Evrensel yazarı İhsan Çaralan, 15-16 Haziran’ın canlı tanıklarından biri, hatta gözaltına alınan ilk kişi. Çaralan, 15-16 Haziran’ın direnişle geçen iki gün değil 1963 yılındaki Kavel grevinden başlayarak gelen bir süreç olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekiyor. “İşçi sınıfının, bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı ilk dönemdir, sendikal mücadelenin işçilerin inisiyatifinde yaşandığı bir dönemdir” diyen Çaralan’la kıdem tazminatının fona devredilmesi ve kamu emekçilerinin iş güvencesinin ortadan kaldırılmak istenmesi gibi güncel meseleleri de konuştuk. Çaralan, “Bugünün asıl meselesi işçilerin talepleri etrafında mücadelesi ve bir sınıf olarak birleşmesidir” diyor.
1970 yılında yaşanan 15-16 Haziran Direnişini halen bu kadar önemli kılan nedir?
15-16 Haziran direnişine, haziran ayının iki gününe sıkışmış işçi eylemi olarak bakamayız. Ama bir dönem değerlendirmesi yapacaksak bu direniş, 1963’te daha sendikalar yasası yokken Kavel greviyle başlayan, 1967’de Türk-İş’ten DİSK’e geçiş olarak ortaya çıkan büyük işçi hareketinin zirvesidir. Ülkede elbette milyonlarca işçi vardı. Ve o döneme kadar zaman zaman eylemler de yapılmıştı. Ama işçiler, sınıf tutumuyla ortaya çıkmamıştı. 15-16 Haziran Direnişine gelen süreç Türkiye işçi sınıfının, bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı dönemdir.
1960-70 arası, Türkiye’de sınıf sendikacılığının hayata geçtiği bir dönem olarak anılır. Katılır mısınız?
O dönemde örneğin Demirdöküm işçisi bir eylem yapacaksa, ilk işi kendinden önce aynı eylemi yapmış fabrikalarla bağ kurmak olurdu. Onlar destek verdiğinde eylem gerçekleşiyordu. Eylemlerin genel karakteri de şöyleydi: Eylem gece 12’de başlıyor, işçi kapılara kaynak yaparak fabrikaya kapanıyor, sonra devrimci gençler geliyor, arkasından emniyet güçleri gelip fabrikayı kuşatıyor. Sabah gün ışıdığında ise emekçi mahallelerinden gelen işçi yakınları emniyet güçlerini kuşatıyor... Bir kaç gün sonra uzlaşma noktasına gelince, sendikacılar geliyor. Yani bu dönemin en önemli özelliği sendikal bürokrasinin kenara itilerek, işçilerin kendi talepleri etrafında birleşerek eylemlere karar vermesi, eylemleri kendi aralarındaki dayanışmayla yürütmesi ve yine kendi kararlarıyla eyleme son vermeleridir.
Belirleyici olan işçi inisiyatifi yani...
Evet, o dönemin en önemli özelliği işçilerin kendi inisiyatifinde bir sendikal mücadele içinde olmasıdır. İşçilerin ana kitlesinin talepleri etrafında birleşip eyleme geçmeye ya da bitirmeye kendilerinin karar verdiği bir dönem olması açısından sınıfın sendikal mücadelesinin ve dolayısıyla sınıf mücadelesi fikriyatının da yaygınlaştığı bir dönemdir. Sınıfın kendi talepleri etrafında birleşip mücadelede inisiyatif aldığı bir sendikacılık fikrinin hakim olduğu bir dönemden söz ediyoruz. ‘89 Bahar Eylemleri dönemi de işçilerin sendikacıları sürükleyerek inisiyatif aldıkları bir dönem olması bakımından 15-16 Haziran dönemine benzer. Türk Metal’in yöneticilerine bile bıyık kestirip, ceketlerini ters giydirerek eylemlere katmışlardır. 2015 yılında yaşanan metal direnişinde de işçiler bürokratik sendikacılığa karşı çıktılar, sendikacıları bir yana itip inisiyatifi ele alarak 15-16 Haziran geleneğine bağlandılar. Yani sınıf sendikacılığı, olmuş bitmiş bir şey değil, bir masa başı formülasyonu değil, sınıf mücadelesi içinde yeniden yeniden ortaya çıkan bir tutum, bir eğilim olarak görmemiz gerekir. Örneğin DİSK’in tüzüğünde “DİSK’in sendikacılık anlayışının kitle ve sınıf sendikacılığı” olduğu yazılıdır. Ama, tüzükte yazıyor diye bugün DİSK’in böyle bir sendikacılık çizgisi izlediği söylenebilir mi? Elbette değil. Öte yandan DİSK üyesi olmayan işçiler, sendikal bürokrasiyi, burjuva sendikacılık akımlarını bir tarafa itip talepleri etrafında harekete geçtiklerinde, sınıf sendikacılığının olmazsa olmaz iki temelinden biri olan mücadele hattına girmiş olurlar. Yani sınıf sendikacılığına, sınıf sendikacılığı formülasyonu yapan sendikal anlayışlardan daha yakın bir çizgiye gelmiş olurlar.
Sınıf sendikacılığı denince akla ilk gelen işyeri örgütlenmesi, komiteler oluyor. Sizin de örnek verdiğiniz önemli direnişlerde de komiteler kurulmuştu. Sınıf sendikacılığı ile işyeri örgütlenmeleri arasında nasıl bir bağ var?
Örneğin sendikalı bir işyeri. Bütün işçiler sendikalı. Ama grev komitesi kurulsun denir, neden? Sendika/sendikacı belirli bir politikayı temsil ediyor ve baktığımızda bütün işçileri temsil etmiyor çoğu zaman. Grev ya da mücadele komitesini ise o işçi eyleminin gerektirdiği bütünlüğü sağlamak üzere, “normal koşullarda” bir araya gelmeyen ama o anda mücadele içinde yer alan, farklı anlayışları bir araya getiren bir mücadele birliği olarak düşünmek lazım. Normal bir zamanda metal işçilerinin bir kısmı Türk Metal taraftarı, bir kısmı Birleşik Metal-İş taraftarı, bir kısmı tümden sendikalara karşı olabilir. Ama harekete geçip 3 talep (Bosch sözleşmesi düzeyinde zam, Türk Metal’in gitmesi, eylemler nedeniyle kimsenin işten atılmaması) etrafında birleştiğinde, komite o talepler etrafında birleşen işçilerin komitesi olur. Mücadele komiteleri bu bakımdan çok önemli.
İşyeri örgütlenmeleri komite adı dışında da başka adlarla oluşturulabilir, oluşturuluyor. Renault’da mesela ÜET temsilcileri üzerinden bir yapı kuruldu, kimi yerlerde temsilcilerin yanı sıra oluşturulan yapılar ortaya çıktı. Hangi adla ya da biçimle olursa olsun önemli olan işçi inisiyatifinin her aşamada belirleyici olmasıdır. Bu anlamıyla her ciddi mücadele için işyerinde komitelerin örgütlenmesi elbette çok önemli, ama diğer tüm biçimleri reddederek komiteleri sınıf sendikacılığının bir şartı gibi göstermeye kadar götürmek de yersiz.
15-16 Haziran direnişinde önemli bir kazanım elde edilmesine karşın, sendikal hareket açısından sonrasında bir geriye düşüş söz konusu. Sizce bunun nedenleri ne?
15-16 Haziran eyleminin ardından işçilere yönelen en büyük darbe, sıkıyönetimin sendikacıları ve kimi işçileri cezaevine atması değildir. Patronlar, sıkıyönetimi de arkalarına alarak, son yılların çetin mücadeleleri içinde yetişen 5 bin dolayında işçiyi kara listeye alarak işyerlerinden attılar. Mücadelenin deneyimini taşıyan ileri kuşak tasfiye edildi. Sendikal bürokrasi de bu işçilere sahip çıkmadı. İleri işçilerin fabrikalardan uzaklaşması, DİSK’li sendikacıların, sendikaları ve mücadeleyi kontrol altına alabilmesini sağladı. Sonraki yıllarda daha açıkça görülecek olan DİSK bürokrasisi bu zemin üstünde yükseldi. İşçi mücadelesinin önderlerini kaybetmesi, işçi hareketinin gerilemesinin en önemli nedeni oldu.
Son dönemde ortaya çıkan direnişlerin en önemli taleplerinden biri de işten atma olmaması...
Bu çok önemli bir talep. Bu bir birikimdir. İşçilerin kendi hafızalarına kazıdıkları şeyler var. Talepler etrafında birleşmek ve kendi önderlerine sahip çıkmak. Mesela grev yasağına karşı mücadele eden cam işçilerinin “Daha örgütlü olsaydık daha fazla hak elde ederdik” sözü basit gibi gelebilir. Ama bu söze sınıfın deneyimleri açısından bakarsak, işçilerin kendini bir sınıf olarak örgütleme ihtiyacının ifadesi olduğunu görürüz. TİS mücadelesinde üç aşağı beş yukarı bir zam alınabilir. Ama işçi için asıl kalıcı kazanç, “Daha örgütlü olursak daha iyi mücadele ederiz, daha çok hak alırız”dır. 15-16 Haziran nedir diye sorsak, pek çok işçi bilmez. Ama bu mücadelelerden gelen kimi deneyimler yer ediyor, işçiler harekete geçtiğinde de kendini gösteriyor.
İŞÇİLER ÜLKE YÖNETİMİNE MÜDAHALE EDERSE KAZANIMLAR KALICI OLUR
15-16 Haziran Direnişi yükselen işçi hareketinin önüne geçmek için yapılan yasal düzenlemeye karşıydı. Bugün de kıdem tazminatı, grev hakkının ortadan kaldırılması, kamu emekçilerin iş güvencesinin yok edilmesi gibi saldırılar var. Bir yanda da tek adam yönetimi ve OHAL düzenine karşı demokrasi talepleri...
15-16 Haziran Direnişi aynı zamanda hükümete karşı bir eylemdi. İşçilerin kendi talepleri etrafında oluşan siyasi bir eylemdi. Bugün kıdem tazminatı ya da 657 sayılı yasayla ilgili talepler için mücadele de, 15-16 Haziran’daki gibi hükümetin çıkarttığı ya da çıkarmak istediği yasalara karşı, yani ister istemez hükümete karşı bir mücadeledir ve siyasi mücadele karakteri kazanacaktır. Ne var ki, işçi sınıfının siyasi mücadelesinden söz ettiğimizde daha kapsamlı bir mücadeleden söz ederiz. Siyasi mücadele, örneğin OHAL’in kaldırılması, inanç özgürlüğü, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, seçim barajları, dış politikada örneğin Katar sorunu, ABD üslerinin boşaltılması, NATO’dan çıkılması... Ülkenin nasıl yönetileceğine sınıfın kendi araçlarıyla müdahalesidir. Daha ötesi burjuvazinin iktidarını yıkarak kendi iktidarını kurma mücadelesidir. İşçiler tüm bu talepleri kendi sınıf talepleri olarak benimseyip, bütün halkın, bütün ilerici güçlerin önüne düşmedikçe ülkeyi yönetmeye de talip olamazlar.
İşçi ve emekçilerin bugünkü yakıcı talepleriyle, bahsettiğiniz siyasi mücadele arasında nasıl bir bağ var?
15-16 Haziran öncesi NATO’ya karşı işçilerin, DİSK’e bağlı sendikaların ve öğrencilerin ortak yaptığı büyük bir eylem vardı. NATO’dan çıkılması talebiyle sokaklara çıkılmış, eylemler yapılmıştı. Sonradan bu büyük eylem “Kanlı Pazar” olarak anıldı. Bu eylem olmasaydı mesela, işçiler acaba öteki talepleri için verdiği mücadelelerde aynı olumlu sonucu alabilir miydi? İşçiler burjuvaziyi ve hükümeti sıkıştırıp bir taleplerini hayata geçirebilirler. Ama ülkenin yönetilmesinde ağırlıklarını koyamazlarsa, ertesi gün bunu kaybedecekleri bir durum vardır ortada. Çünkü yargı, meclis, emniyet, yargı, düzenin bütün güçleri burjuvazinin elindedir. İşçi ve emekçiler ülkenin yönetimine ağırlığını koyan siyasi bir tutum aldıklarında ise kazandıkları talepleri biriktirme olanağına sahip oldukları gibi aynı zamanda haklarına yönelik saldırılara da siyasi cepheden karşı koyma avantajına sahip olurlar.
O zaman işçi ve emekçilerin sorunlarını aşması için kendi politikasıyla buluşması zorunluluğundan söz edebilir miyiz?
Bu zorunluluk her zaman var. İşçiler, sınıf partisi ve kendi sınıf çizgisi etrafında siyasi mücadele içinde olmadıklarında mevcut haklarını da muhafaza edemediğini, sınıflar mücadelesi tarihi apaçık gösteriyor. Bunu Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde de gördük, görüyoruz.
Ama gelişmeler öyle gösteriyor ki, işçiler önümüzdeki aylarda talepleri etrafında birleşen bir mücadeleye girmek zorunda. 1960’ların ikinci yarısından başlayıp 15-16 Haziran’a gelinen süreçte böyle bir mücadele verdiler. İşçilerin inisiyatif aldığı, kendi talepleri etrafında birleştiği ve sendikal bürokrasiyi bir kenara ittiği bir mücadele olarak biçimlendi bu süreç. Bunun bir ölçüde farklı bir versiyonu ‘89 Bahar Eylemleri’yle başlayan dönemde de yaşandı. Bugün de asıl mesele işçilerin talepleri etrafında bir sınıf olarak birleşmesidir. Bir yandan bunun çok kolay olduğunu gördük. İşte metal işçilerinin mücadelesinde MHP’li, AKP’li, CHP’li, Emek Partili... Yani her parti ve görüşten işçiler 3 talep belirledi ve birleşti. Mücadelenin karakterini belirleyecek olan budur.
Örneğin işçilerin kıdem tazminatıyla, kamu emekçilerinin iş güvencesiyle ilgili talepleri etrafında böyle bir birlik oluşabilir mi?
Kıdem tazminatı bir kısım işçiyi değil, iş yasasına bağlı olarak çalışan ve kıdem tazminatı hak edecek 13 milyon işçiyi ilgilendiriyor. Hatta gelecekte işe girecek gençleri ilgilendiriyor. Bu talep etrafında birleşmeyi sağlamak çok önemli. Sınıf mücadelesi ve bunun etrafında birleşen sınıfın, sınıf partisiyle birleşmesi mücadelenin siyasal alanda da taçlanmasıdır. Bu da elbette nispeten uzun bir mücadele içinde olacaktır. Yoksa işçilerin bütününün ilahi bir emirle, birden sınıf partisinin saflarında yer alması mümkün değildir. İşçiler mücadele içinde oy verdikleri partileri görecekler ve onlara karşı tutum alacaklar, bu tutumla birleşenlerle bir araya gelecekler. Bunu bir süreklilik, örgütlenme ve bilinç düzeyinin ilerlemesi süreci olarak görmek gerekir. Biz her mücadeleyi önemsemeliyiz ve işçilerin talepleri etrafındaki birliğini ilerletecek bir faaliyeti kesintisiz sürdürmeliyiz. Elbette ki, demokrasi ve özgürlükler mücadelesine dikkat çekmeyi ve ileri işçi kesimlerinin müdahalesini teşvik etmeyi ihmal etmeden.
SENDİKAL BÜROKRASİ SINIF MÜCADELESİNE YERLEŞMİŞ BİR URDUR
Her yıl 15-16 Haziran’da anmalar yapılıyor. Genel olarak “Geçmişte iyi şeyler yapıldı” minvalinde gerçekleşen bu anmalarla ilgili siz düşünüyorsunuz?
15-16 Haziran’ı anmak deyince, asıl olarak, işçi sınıfı inisiyatifinde bir sendikal mücadeleden dersler çıkarmaktan söz ediyoruz. Sendikal bürokrasi kendini sendikaların varlık nedeni olarak görmektedir. Biz olmasak işçi haklarını savunamaz diyerek, her ay aldıkları 50-60 bin liranın bu emeklerinin karşılığı olduğunu iddia ediyorlar. İşçi ise gücünü en çok sendikal bürokrasi ve onların denetimindeki temsilciliklerin baskısını ve entrikalarını savuşturmak için kullanmakta. Sendikal bürokrasi işçi sınıf mücadelesinin gerekliliği değil, hastalığı, sınıf mücadelesine yerleşmiş bir urdur! İşte 15-16 Haziran işçiye böyle bir bürokrasiye hiç ihtiyacı olmadığını göstermiştir.
KIDEM VE İŞ GÜVENCESİNİN GASBI GELECEK KUŞAKLARA SALDIRIDIR
Emeklilik yaşında da vardı. “Kazanılmış haklara dokunulmayacak.” Bu sözü nasıl okumak gerekir?
İlk bakışta kimsenin reddetmeyeceği bir söz. Ama kazanılmış haktan sadece şimdiki sendika üyeleri için söz ediliyorsa handikaptır ve sınıf dışıdır. Sendikaya sınıf örgütü değil, üye örgütü olarak gören burjuva anlayıştır.
İşçi sınıfı sadece var olan çalışanlar değildir çünkü. Bir kısmı emekli olan, bir kısmı çalışan, bir kısmı işsiz olan, bir kısmı çıraklık, meslek okulları, giderek düz lise, yüksek okul ve üniversitelerdeki işçi sınıfının gelecekteki bölümleridir. Örneğin kıdem tazminatına saldırı varsa bu büyük ölçüde gelecek kuşakların, genç işçilerin haklarına saldırıdır. Yarın işçi olacaklar kıdem tazminatı fona devredilmiş olarak işçiliğe başlayacak. Bu açıdan lise ve üniversite öğrencilerinin, işsizlerinin haklarıdır gasbedilen. Nitekim, hükümet ve sendika bürokrasisi, “mevcut işçilerin haklarına halel gelmeden çözelim” noktasında birleşiyorlar! Emeklilik yaşının yükseltilmesi ve sosyal güvelik yasasını böyle geçirdiler!
Bu açıdan Fransa örneği önemli. Geçtiğimiz yıl Fransa’da, iş yasasında hak gaspı içeren değişikliğe karşı eylemlere en çok lise ve üniversite örencilerinin katıldığına tanık olduk. Öğrenciler, yarının işçi ve emekçileri olarak eylemlere katıldılar ve asıl olarak kendi haklarını savundular. Bizde de gerek kıdem tazminatını fona devredilmesine karşı gerekse kamu emekçilerinin iş güvencesini kaldırılmasına karşı mücadelede işçilerin, kamu emekçilerinin, gençlerin, öğrencilerin, işsizlerin birleşmesi gerekir. Birleştiği oranda amacına ulaşan ve yenilmez bir mücadele olacaktır.
15-16 HAZİRAN’IN İLK GÖZALTISI
15-16 Haziran Direnişi sırasında siz ne yapıyordunuz?
Ben o zaman İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği’nin sekreteriydim. Bütün öğrencilerin üyesi olduğu, itibarlı ve aktif bir örgüttü. Sendikacılar öğrencilerin işçilerle bir araya gelmesini istemiyordu. Hatta DİSK ve TİP gibi reformist odaklar bunu engellemeye çalışıyordu. Örneğin 16 Haziran günü saat 13.00’da DİSK’in yöneticileri “İçinize anarşistler katıldı” diyerek işçilere eylemleri bırakma çağrısı yaptı. Ama işçiler bu çağrıyı dinlemedi. O günün akşamında sıkıyönetim ilan edildi. Biz sıkıyönetime karşı sınavları boykot kararı aldık ve bildiri hazırladık. Okulun dahili telefonlarından diğer binalardaki arkadaşlarla ben konuştum. O gece Gümüşsuyu’daki yurdun alt katındaki İTÜ Öğrenci Birliği’nde kaldım. Sabah saat beş-altı gibi kapı çalındı. Bir albay ve üç asker vardı. Böylece 15-16 Haziran’ın ilk gözaltına alınanı oldum. 8 gün sonra askeri mahkemeye çıkardılar, o zaman anladım telefon konuşmalarımızın dinlendiğini. Dahası, boykot çağrımıza 7 bin 200 öğrencinin tümünün katıldığını, sıkıyönetimin bütün baskılarına karşın sadece bir öğrencinin sınavlara girdiğini de mahkemede öğrendim. Askeri mahkeme görevsizlik verdi; Selimiye’de yeni kurulan Sıkıyönetim Makemesi’ne sevk edildim. Koğuşa bir baktım Kadıköy’den Ereğli’ye kadar işyerlerinden işçi temsilcileri, sendikacılar orada. Pek çok işçiyle tanıştım, bir bölümüyle aramızda sonradan da sürecek yakınlıklar doğdu.
Birkaç gün de orada kaldım, suçlamalarla ilgili bir kanıt bulunamadığı için salıverildim. Bir hafta sonra İTÜ Öğrenci Birliği yeniden basıldı. Beni yine Selimiye’ye sevk ettiler. Bu kez 15-16 Haziran direnişi döneminde dışarıdan Öğrenci Birliği’ni aradığımda yapılan konuşmalar nedeniyle aldılar ama isim karışıklığından, bir başka İhsan’ı tutup beni bıraktılar. Bu yanılgıyı fark ettiklerinde ertesi gün yeniden beni aramak için okulu, Öğrenci Birliğini ve evimi bastılar. Bense yanılışlıkla bırakıldığımı fark ettiğim için ortadan kaybolmuştum ve İstanbul’a bir daha sıkıyönetim kalktıktan sonra dönebildim.
GELENEKSEL DOGMAYA DARBE VURDU
15-16 Haziran Direnişi sosyalist harekete ne katmıştır?
O zamana kadar egemen görüş şuydu: Asker, sivil-aydın zümre ülkeyi ilerleten asıl dinamik, ‘devrimci’ güçtür; Kurtuluş Savaşı’nı yaptılar, 27 Mayıs’ı yaptılar, gerekirse yenisini yaparlar. Bizde işçi sınıfı cılızdır, ancak devrimin destekçisi olabilir! 15-16 Haziran’a gelen süreç bu geleneksel dogmaya önemli ölçüde darbe vurdu. Özellikle de sosyalizme merak saran gençler içinde işçi sınıfının devrimci karakterine inancı büyüttü; işçi sınıfı-sosyalizm-devrim arasındaki kopmaz bağların kavranmasında önemli bir dayanak oldu. Yaşananlar, en azından sonraki kuşaklara, sendikal hareketin işçi inisiyatifinde bir hareket olduğu ölçüde sınıfın mücadelesi olduğu, ancak böyle bir mücadele içinde işçi sınıfının ana gövdesinin harekete geçtiği, devrim fikri ile bağının da buradan kurulması gerektiğini gösterdi. Yani devrim ve sosyalizmin işçilerin dışarıdan bakıp onu benimsediği değil, bizzat işçilerin mücadelesinin eseri olduğunu, olacağını gösterdiğini söyleyebiliriz.
İRKİLEREK UYANAN GENÇLİK!
İşçi ve gençlik hareketi birbirine etki ediyor muydu?
O zaman gençlik içindeki, gençliğini ileri kesimleri diye tarif edeceğimiz bölümü, 15-16 Haziran Direnişine elbette sendikacılardan değil, işçiler içindeki ilişkilerden öğrendiler. Dahası direniş, kararının alınacağı çok önceki günlerden belli olmuştu. Fabrikaların çay ocakları, sendikalar, emekçi semtleri kaynıyordu adeta... Bu yüzden de haberi şöyle aldık, şuradan aldık demek doğru olamaz. Çünkü 1970’lere gelindiğinde mücadele içindeki işçilerle, gençler arasında doğal, arada sendikacıların olamadığı bir ilişki çoktan doğmuştu. Kitaplardan işçi sınıfı ve sosyalizmi okurken “İşçi de ne” diyeceği bir durumdan ziyade her gün eylemlerin olduğu, fabrikaların işgal edildiği, patronlara, sendikal bürokrasiye ve emniyet güçlerine karşı işçilerin sokaklarda kendi talepleriyle hareket ettiği bir dönemdi. Benim kuşağımdan gençlerinin işçi sınıfına sempati duyması, sonrasında Marksizme ve Leninizme ulaşmasında önemli bir yeri olmuştur. İşçi hareketindeki kabarışla, gençlik hareketindeki kabarışın eş zamanlı olarak yükselen bir trend göstermesi, işçilerin gençliğin anti emperyalist fikirlerinden etkilendiği, gençliğin de işçilerden etkilendiği bir dönemi beraberinde getirdi.
Peki işçi hareketi gençliğe nasıl etki etti?
Türkiye’deki gençlik hareketi için bu dönemi “irkilerek uyanma dönemi” diye tarif edebiliriz. Gençlerin tamamen başka bir dünyayla karşılaşması söz konusu. Düşünün ben lisede okuduğum zamanda 1964-65 yıllarında sosyoloji kitabında, sosyalizm bir paragraf yer alıyordu, çocukların, ailenin olmadığı, dinin olmadığı... Yani toplum neye tepki gösterecekse öyle tarif edilen insanlık dışı bir sistem olarak tarif ediliyordu. Örneğin benim ilk katıldığım eylem, “Kıbrıs Türktür Türk kalacak”, “Ya Taksim ya ölüm!” sloganlarının atıldığı Kıbrıs eylemidir. Lisenin önünden geçen üniversitelilere takılıp yürümüştük. Bir yıl, iki yıl sonra aynı lise öğrencilerinin “Kahrolsun Amerika, 6. Filo defol” diye o yürüyüşlere katıldığı bir dönem bu. Türk milliyetçiliğinin öne çıkarıldığı “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”, “Ne kadar iyi şey yapılmışsa Türklerindir, ne kadar kötü olan varsa Türk düşmanları yapmıştır” diye yetişen gençlerin bir anda; bütün öğretilenlerin yalan oluğunu, sınıfların olduğunu, sınıfların birbiriyle mücadele içinde olduğunu, sosyalizm diye haksızlıkları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ortadan kaldıran bir sistem olduğunu öğreniverdiğini düşünün. Tıpkı kötü bir kabustan uyanıp yeni bir dünya görmesi gibi. Bundan dolayı bizim dönemin gençliği, sosyalizmle bağlantılı gördüğü her yeni fikri coşkuyla ve büyük bir hevesle aldı okudu, öğrenmeye çalıştı. İşçi mücadelesini de öyle coşkuyla karşıladı; kitaplarda gördüğü işçi sınıfını gerçekten Türkiye’de de olduğunu, devrim ve sosyalizm için “asker-sivil-aydın zümre”ye ihtiyaç olmadığını, tersine bütün ileri atılımların tek öznesinin işçi sınıfı olduğunu da zaman içinde öğrendi.
“İrkilmeyle uyanma”nın getirdiği heyecan, bir ölçüde işçiler için de geçerliydi. Milliyetçi ve dini etki altındaki işçiler 1960’ların ikinci yarısından itibaren kendi eylemlerinden de öğrenerek sosyalizmle tanıştı.
Bu dönemin tipik özelliklerinden birisi de işçi hareketiyle gençlik hareketi; köpürüp taştıklarında birbiriyle karışan ama sakinleştiklerinde kendi mecralarına dönen iki nehir gibiydi. 1969’daki NATO’ya hayır eylemi örneğin. 30-40 bin kişi katılmıştı ve gençlerden çok işçiler katılmıştı. Politik bir eylemdi bu. İşçilerin, kendi taleplerinden yola çıkarak sisteme karşı siyasi bir tutum aldıkları durumlar da oluyordu ve bu durumlar sık sık yaşanıyordu.