Talepkâr
Birbirinden kopya edilmiş gibi bir kelimesi değişen konu satırı haricinde hep aynı içerik, farklı adreslerden yağmıştı e-posta kutusuna.

Alper KAYA
Ofisindeki masasının karşısında, duvara gömülmüş dev televizyonu canı sıkkın bir şekilde kapattı adam. Birkaç gündür hep aynı haberleri izlemekten çok sıkılmıştı. Bazen birkaç tane çerezlik haber çıkıyordu, bilirsiniz işte “Eminönü’ndeki çorapçı dükkanındaki papağan, sokağın neşesi oldu” gibi. Ancak düzen, bu tarz haberlere sadece gündeme biraz soluk alışverişi arası vermek için izin veriyordu.
Kadına karşı şiddet haberleri iyiden iyiye gündemi kaplamıştı. Önce bir dolmuşta kızın birini dövmüşler, sonra bir araba yıkamacısının çalışanı kadın müşterisinin üstüne yürümüş, son olarak da bir baba kızını öldürmüştü.
Televizyonu kapatması da bir işe yaramamıştı. İnternette gezinirken bir haber sitesinin kızını öldüren baba haberini “Açık giyinen kızını öldürdü! Suçlu kim?” olarak vermesiyle karşılaşan adam, daha da sıkkın bir şekilde devirdi gözlerini.
Kaçamıyordu hiçbir şeyden. Bir anda, elektronik posta bildirimiyle irkildi. Bildirim sesini açık unutmuştu ve sessiz ofiste adeta çınlamıştı ses. Sonra bir tane daha, bir tane daha… Derken, sesi kısana dek en az on beş-yirmi e-posta bildirimi gelmişti.
Çokuluslu bir şirketin genel müdürüydü adam. Ancak dönemsel olarak işler yoğunlaşıyordu. İstanbul’a Rize’nin bir köyünden taşınmış, o dönem çok uzaktan da olsa akrabalıkları olan belediye başkanının teşvikiyle inşaat işine girmişti. Giriş o giriş! Büyümüş de büyümüştü. Şirketi büyütmüş, personelini arttırmış, sonra araç sayısını arttırmıştı. Büyüyordu büyümesine ama giderleri artmıyordu fazla. Çünkü şirketin merkezini, kendisini sektöre sokan büyüklerinin de verdiği akıllar neticesinde işveren desteğinin üst düzey olduğu, sık sık teşviklerin ve prim borcu ertelemelerinin uygulandığı Doğu şehirlerinden birinde göstermişti. Hatta Türkiye’nin dört bir yanında hizmet veren, yakın zamanda bir üniversite de açacak olan ünlü bir siyasinin eşinin de hastanesinin merkezi olarak gösterilen ofise komşu olmuştu.
Ancak, işleri dönemseldi ve peş peşe bu kadar e-posta gelecek bir dönemde değildi!
Merakla posta kutusunu açtığında canı daha da sıkıldı.
Birbirinden kopya edilmiş gibi bir kelimesi değişen konu satırı haricinde hep aynı içerik, farklı adreslerden yağmıştı e-posta kutusuna. Gelen maillere göre çalışanlarından birisi, internetten ulaştığı bir kadına ısrarla taciz mesajları atmıştı.
Eliyle burun kemerini ovuşturarak sırtını koltuğuna yasladı. Kafasını yukarı kaldırıp gözlerini tavana dikti. Tekrar bilgisayara baktığında gözlerine inanamadı. Sanki bir polis baskını gibi peş peşe yığılıyordu elektronik postalar.
Masasındaki telefonu eline alıp sekreterine ulaştı. İki kişinin adını verip ofisine gelmelerini istedi. Telefonu kapattıktan sonra masasındaki soğumaya yüz tutmuş çayını bir dikişte bitirince yüzünü ekşitti. Çay acı gelmişti. Tekrar telefonu eline alıp soda isteyecekken çalan kapıyla duraksadı. Kapı açıldığında içeri şirketin sosyal medya ve basın kontaklarından sorumlu çalışanı girmişti. Ki, kendisi kuzeni olurdu. Eliyle karşısına oturmasını işaret edip, diğer çağırttığı kişi gelene dek konuyu özetledi.
Çocuk huşu içinde dinleyip kafasını yukarıdan aşağıya doğru sallamıştı. Ne yapması gerektiğini de söylemişti ki, kapı tekrar çaldı. Çağırttığı ikinci kişi, ki kendisi e-postalarda bahsi geçen çalışandı, içeri girmişti. Bunun üzerine kuzenine ne yapması gerektiğini anlayıp anlamadığını sordu, olumlu cevap alınca çıkabileceğini işaret etti.
Gelen adam, ne için çağırıldığını bilmiyor gibiydi. Bilgisayarının ekranını adama çevirince yüzü asıldı çalışanının.
“Şikayet mi etmiş bi’ de utanmadan!” diye homurdanan adama, gönderici adreslerini işaret edip hepsinin farklı olduğunu, bunun tek elden çıkmadığını tane tane anlattı. Ciddiyeti, çalışanı korkutmuştu.
Ayağa kalkıp cama doğru ilerledi. Dışarıya bakarken konuşmayı sürdürüyordu.
“Ben de senin gibi bir çalışan olarak iş hayatıma başlamıştım. Şimdi bak, bahçede beş tane kepçe var. İki de kamyon. Dörder tanesi de çeşitli yerlere kiralanmış durumda. Otobüs filomuzda kaç tane araç var? Biliyor musun?”
Bilmiyordu.
“Ben de bilmiyorum. O kadar çok yani, sen düşün.”
Adam kekeleyerek bir şey anlatacak olduysa da sözlerini sürdürüp, konuşmasına fırsat vermedi.
“Şimdi bu talepler, senin işten atılmanla son bulur. Biliyorsun değil mi? Bıçak gibi kesilir hepsi!”
Adam sus pus oldu. Olduğu yere büzüşüp, af dileyen bakışlarını dikti patronuna.
“Ulan, bir halt yiyorsan bari takma isimle ye! Niye normal hesabından yapıyorsun! Ayrıca, kimse bir şeyi sorgulamıyor, farkında mısın?”
Merakla bakan çalışanına dönüp, evrenin sırrını verecekmiş gibi parlayan gözlerle konuştu:
“Senin ilk mesajından sonra kadın niye engellememiş seni? Bunu kimse sorgulamıyor!”
Konuşmanın nereye varacağını anlamadığı için bir şey söyleyemeyen adama gülümsedi patronu.
“Ben de senin gibiydim. Başıma buna benzer bir şey gelmişti. Sonra patronum dedi ki, sen işçi değil de patron olsaydın o kadın senin iletişimini taciz saymazdı! Biliyor musun, bence de öyle! O yüzden suç sende değil güzel kardeşim…”
Çalışan, oturduğu koltukta biraz gevşemişti.
“Ama bu durum, senin de cezasız kalacağın anlamına gelmiyor! Maaşının dörtte birini keseceğim. Eğer şikayetler artarsa, yarısını! Şimdi git buradan, bir süre gözüme gözükme!”
Koltukta oturan adam, bu cezaya duacı bir şekilde koşar adım dışarı çıktı.
Arkasından bakarken gözlerini kıstı, “Patron olursan, her istediğini alabiliyorsun. Ama rızasıyla, ama parasıyla…” diye mırıldandı. Tekrar dışarıya baktı.
Kepçeleri ve kamyonlarıyla gurur duyuyordu.
Gurur duyacak başka şeyi olmadığı için.
Evrensel'i Takip Et