25 Haziran 2017 02:50

Adalet Yürüyüşü ve devletin-sistemin çivisi çıktı mı?

İskender Bayhan, ‘Adalet Yürüyüşü’nü mümkün kılan koşulları hatırlattı ve bu konjonktürün gerçek anlamda nasıl değişebileceğini yazdı.

Paylaş

İskender BAYHAN

CHP İstanbul Milletvekili, Gazeteci Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’ ikinci haftasını doldurmak üzere. 

Yürüyüşe destek arttıkça başta AK Saray olmak üzere iktidar cephesindeki rahatsızlıklar da artıyor. Dahası yürüyüş sürdükçe bu rahatsızlığın büyüyeceği ve “Memleket nereye gidiyor” tartışmalarının yoğunlaşacağı gözleniyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasal koşullar dikkate alındığında, egemen sistemin alternatifi olma iddiasındaki ikinci büyük partinin genel başkanının yollara düşmesinin böyle bir sonuç doğurmasında elbette şaşılacak bir durum yok. Aksine, bunun üzerineolmaması şaşırtıcı olurdu. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve hükümetleri, tekelci burjuvazinin egemen kliğinin temsilcisi ve sözcüsü olarak uzun zamandır ülkeyi yönetiyor. Bu süreçte işçi ve emekçi halk kitlelerinin çalışma ve yaşam koşullarının ne kadar ağırlaştığını, kendi yayınladıkları istatistiklerde bile gizleyemiyorlar. 2016 yılında en çok kar eden 500 şirketin listesine bakıldığında, kendisiyle birlikte hareket eden sermaye güçlerinin büyümesine ziyadesiyle hizmet ettikleri de açıkça görülüyor. 

Ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki birçok gerçek göstergeyi bir yana bırakıp, sadece Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmalarından çıkan resmi verilere bile bakıldığında gelir dağılımı adaletsizliğinde varılan noktayı görmek mümkün. 2015 verilerine göre nüfusun en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,5 iken, en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun payı yüzde 6,1. Nüfusun en zengin yüzde 10’u ile en yoksul yüzde 10’u arasındaki gelir farkı yaklaşık 13 kat. Türkiye bu oranlarla gelir dağılımı adaletsizliğinde 34 OECD ülkesi arasında beşinci, Avrupa’da ise şampiyon durumda.

Ülkenin, bölgenin ve dünyanın giderek gerginleşen, sertleşen çelişki ve çatışmaları içerisinde Erdoğan ve hükümeti, işbirlikçi kapitalistlere olan hizmetlerini sürdürebilmek ve kendi kişisel geleceğini de garanti altına alabilmek için özellikle son birkaç yıldır “tek adam tek parti diktatörlüğü” temelinde gerici, faşist bir politik rejimi adım adım inşa etmeye çalışıyor.

İzlediği politikalar, başta işçi sınıfı ve ezilen halk kitleleri olmak üzere birçok toplumsal kesimin yaşamındaki sıkıntıları, sorunları ve gelecek kaygısını büyütüyor. 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çevirerek uyguladığı OHAL ve KHK’ler ise (ihraçlar, tutuklamalar, hak arayışlarına yönelik baskılar, grev yasakları vb.) adaletsizliğin birçok açıdan büyümesine ve daha açıktan görünür olmasına neden oldu. Anayasa değişikliği referandumundaki şaibe ve yolsuzlukla birlikte bu durum daha da berraklaştı. 

İşte bu özet ahval ve şerait içerisinde adalet talebi iyice mayalandı ve CHP kurmayları tarafından çok da beklenmediği anlaşılan Berberoğlu’nun tutuklanması kararı, biriken tepkiler, birçok halk kesiminden ve parti tabanından gelen baskılarla da birleşerek Kılıçdaroğlu’yu Ankara-İstanbul yoluna çıkardı.

MEMLEKETTE ‘ADALET’İN HİKAYESİ

Şimdi artık, neredeyse her gün ülkenin herhangi bir köşesindeki bir mahkemenin vermiş olduğu karar üzerinden yürüyen tartışmalarda “adaletin çivisi çıktı” vurgusunu sıklıkla duyuyoruz. 

Siyasal hak ve özgürlüklerden grevlere, sendikal hak ve özgürlüklere, düşünceyi ifade ve basın özgürlüğünden akademik özgürlüklere, kılık-kıyafet özgürlüğünden temel hak ve hürriyetlere birçok konuda mahkemelerin verdiği kararlar bunu söyletiyor. Özellikle kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarı suçlarında “gözaltına al, bırak, tepkiler olunca tutukla ve uygun anı kollayıp yeniden bırak” şeklinde seyreden yargı süreçleri artık bir “tarz” haline gelmiş durumda.

Durum böyle olunca duyulan tepkinin akla ilk gelen ifadesi de elbette “Adaletin çivisi çıktı” şeklinde oluyor. Ancak, yakın ve uzak siyasi tarihi, devlet geleneğinin toplam birikimi ve çeşitli dönemlerde politik sistemde yaşanan değişiklikler (özellikle darbe dönemleri) dikkate alındığında Türkiye’nin adalet kavramı ve hukuk karşısında eşitlik konusundaki sicili hiçbir zaman parlak olmamıştır. Bugün çok daha bozuk ve kötü olduğu açıktır, fakat geçmişten günümüze gelen hikayesi de iç açıcı değildir. “Bir varmış, bir yokmuş. Çoğunlukla da yokmuş”un hikayesidir. Yani çivileri ya hep çıkıktır ya da bir başka ifadeyle hep böyle çakılıdır.

Bunun için de gelinen yerde “Adalet Yürüyüşü” açısından iki noktayı vurgulamak gerekir. Birincisi; Erdoğan’ın sözcülüğündeki tekelci burjuva kliğin “tek adam tek parti diktatörlüğü” politikaları, devletin-sistemin kurucu partisi olmakla her fırsatta övünen, bugün de TBMM’nin ikinci büyük partisi olan ve sistemi düzlüğe çıkaracağı iddiasıyla politika yapan CHP’nin Genel Başkanını bile adelet aramak için eyleme geçmeye mecbur etmiştir. Bu yönüyle de “Adalet Yürüyüşü” önemlidir ve işçi, emekçi halk kitlelerinin gerçekleri görmesi, tartışması ve kendileri için harekete geçmeleri açısından uygun bir zemin sunmaktadır.

İkincisi; bu yürüyüşün sonucunda memlekete adalet gelmesini beklemek siyasi açıdan en hafif deyimiyle çocukluk olur. Adalete ulaşmak ancak, adaletsizliğin doğrudan hedefi olan işçi, emekçi halk kesimlerinin, kadınların, gençlerin, bulundukları bütün alanlarda kendi adalet talepleri için mücadeleye yönelmek, birliklerini-örgütlülüklerini büyütmek ve bu yolda geleceğe emin ve kararlı adımlarla yürümekle olacaktır.

Geçmişte biçimsel de olsa adaletin tecelli ettiği anlar, olaylar ve zamanlar olmuştur; demokratik haklar ve siyasal özgürlükler alanında kazanılmış kimi haklar burjuva hukuk sistemi içerisinde yer alabilmiştir. Ancak bu anlar, olaylar ve zamanlar toplumsal baskının, mücadelenin, örgütlülüğün ilerlemesiyle mümkün olmuştur. Bugün ve gelecek açısından da başka türlüsü mümkün değildir.

DEVLET, DEVLET DEDİKLERİ...

Öte yandan yürüyen tartışmalarda “adaletin çivisi çıktı” ifadesi biraz daha ileri götürülerek “devletin-sistemin çivisi çıktı” şeklinde de dile getiriliyor. Özellikle “adalet yürüyüşçüsü” olarak Kılıçdaroğlu son bir iki yıldır çeşitli vesilelerle bu kavramları sık kullanıyor.

Adalet kavramı açısından olduğu gibi, devlet-sistem kavramı açısından da durumu kısaca irdelemekte yarar var.

Daha baştan açık ve net olarak söyleyelim; Erdoğan ve hükümetinin, arkasındaki kapitalistlerle birlikte adım adım yaşama geçirdiği “tek adam tek parti diktatörlüğü” politikaları devletin-sistemin çivilerini çıkarmamıştır. Erdoğan ve hükümeti, gerici-faşist bir politik rejim inşa etme yolunda, devletin-sistemin çivilerinin bir bölümünü yenileyip, eskilerinin yerine çakmaktadır. 

Bu çivilerin eskisinden daha paslı ve sivri olduğu açıktır. Ancak bunun ilacı eskilerinin biraz düzeltilerek yeniden yerlerine çakılması değildir. Bu hem gerçekçi değil hem de Türkiye’nin sömürülen ve ezilen halkları başta olmak üzere, bölgemiz ve dünya halklarına bir yararı olmaz. 

“Devletin-sistemin çivisi çıktı” yaklaşımı, onu, “genel olarak maddi yaşamın ve toplumsal ilişkilerin düzenli yürümesini sağlayan kurumların toplamı olarak görmek veya göstermek” gibi büyük bir yanlışın ürünüdür. Böyle olunca da devleti-sistemi birkaç yüz veya birkaç bin bilgili, akıllı, adil ve vicdan sahibi yöneticinin idaresine teslim edip ülkeyi düzlüğe çıkarmanın mümkün olacağı sanılır. Devletin tarih sahnesine ilk çıktığından bu yana, esas olarak bir sınıfın baskı ve zor aracı olduğu gerçeğini yok sayan bu “devlet teorisi” döner dolanır ve gelip son noktada sömürülen ve ezilen halk kitlelerinin başına patlar. 

Elbette hangi sınıfının egemenliğinin örgütlü aracı olduğundan bağımsız olarak devleti yönetenlerin “bilgili, akıllı, adil ve vicdan sahibi” olmasına itiraz etmeyebiliriz. Ama bu ne tarihsel geçmiş açısından ne de güncel varlığı açısından devlet denilen ve çivisinin çıkmasından korkulan gücün, gerçekte bir sınıfın bir başka sınıf karşısındaki baskı ve zor aracı olduğu gerçeğini değiştirmez. 

Örneğin, burjuva demokrasisinin günümüzde en gelişkin olarak kabul edildiği ülkelerden Kanada ve İsveç’te yaşananları bilgi, akıl, adalet ve vicdanla izah edebilir miyiz? Birkaç hafta önce Kanada’da’nın Quebec eyaletinde yerel meclis 175 bin sendikalı inşaat işçisinin ücret zammı için başlattıkları grevi bitirmek üzere OHAL yasası çıkardı. Ondan bir-iki gün sonra da İsveç hükümeti liman işçilerinin grevini bitirmek için grev hakkını kısıtlamaya gitti. Öyle anlaşılıyor ki, grev hakkı söz konusu olunca Kanada ve İsveç’in burjuva demokratik devlet mekanizmaları bile bilgiyi, aklı, adalet ve vicdanı tatile çıkarıyor. 

Kaldı ki bugün Erdoğan ve arkasındaki kapitalist güçler, egemen devletin-sistemin bütün çivilerini de söküp yenilerini çakmıyor. İşlerine gelen birçoğunu da koruyup kullanıyorlar. MGK, YÖK, RTÜK vb...

ÇİVİLERİ ÇIKARMAK, SÖKÜP ATMAK LAZIM

Erdoğan ve arkasındaki güçlerin “tek adam ve tek parti diktatörlüğü” politikalarına karşı çıkmanın; gelecek için duyulan kaygılar gerçeğe dönüşmeden, demokratik haklar ve siyasal özgürlükler için mücadeleyi ilerletmenin aciliyeti her geçen gün artıyor. Ancak işçi, emekçi halk kitlelerinin, kadınların ve gençlerin, bugüne kadar hangi siyasi partiye destek vermiş olurlarsa olsunlar devletin-sistemin çivisinin çıkmasından kaygı duymalarına, korkmalarına gerek yoktur. 

Siyasal ve toplumsal yaşamımızın geçmişten günümüze gelen serüveninde, “beterin beteri olduğu”nun bilincine varmayı, “kötünün iyisi”ne razı olmaya bağlayarak ileriye gitmenin mümkün olmayacağının çokça örneği vardır.

Aksine eskisiyle yenisiyle söküp atmak için mücadele etmek gerekir devletin-sistemin çivilerini... 

Siyasal haklar ve özgürlüklerden grev ve TİS hakkı başta olmak üzere sendikal haklar ve örgütlenme özgürlüğüne; basın, ifade, inanç özgürlüğü ve laiklikten Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümüne; daha birçok demokratik hakkın ve siyasal özgürlüğün tam ve eksiksiz güvence altına alındığı bir politik sistemin taze çivilerini çakmak gerekir yerlerine. Ve tabii bu işi, devletin de sönüp gideceği ve insanlığın gerçek anlamda özgürlüğe ulaşacağı zamana kadar, maddi yaşamın ve toplumsal ilişkilerin ilerlemesine ve ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden ve yeniden yapmak gerekir...

Böylesi hem gerçekçi olmak hem de geleceğe umutla yürümek açısından bilgiye, akla, adalete ve vicdana daha yatkın ve yakışır olanıdır.

ÖNCEKİ HABER

Duruşumuza zeval gelmesin!

SONRAKİ HABER

Değinmeler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa