2 Temmuz 2017 06:05
/
Güncelleme: 7 Ekim 2017 10:38

15 yıl sonra gelen kayıp görüntüler

Bir sofra düşünün; başında Adnan Yücel, Sennur Sezer otursun. Bir sofra düşünün; yanlarında Memet Kılınçaslan, Erdal Şekeroğlu olsun.

15 yıl sonra gelen kayıp görüntüler

Ercüment AKDENİZ

Adana yıllarıydı. Bir öğlen vakti, çok değerli abimiz Metin Özden ile birlikte Şair Adnan Yücel’in kapısını çaldık. Şair, gelişimizden haberliydi; randevuyu eşi Ayşe Yücel’den almıştık. Çünkü o vakit şair kanser illeti ile döğüş halindeydi.

Kahveler içildi, hoş beş edildi. Birazdan kamera çekimi başlayacaktı. Yücel, dosyasından bazı kağıtlar çıkardı ve okumak için hazır olduğunu söyledi. Kamera kayda girince Yücel’in ağzından şu sözler işitildi:

“...Nazım’ı, partisinden ve sınıf mücadelesinden kopartıp içi boşaltılmış şekilde anlatmaya çalışanlara inat bu gecenin gerçek bir Nazım gecesi olacağına inanıyorum.”

Çekimin yapıldığı gün 24 Mayıs 2002’ydi. Çektiğimiz görüntü, bir gün sonra 25 Mayıs’ta  “Bizim Nazım” gecesinde gösterilecekti. O yıl “boyumuzu aşan” bir anma gecesi tertiplemiştik. İyi de yapmıştık. Zira 7 bin kişilik Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu’na 4 bin insan gelmişti. Üstelik hemen herkes etkinliği takdir etmişti. Gecede hep bir ağızdan Nazım şiirleri okunmuş, Nazım şiirlerinin bestelendiği şarkılar söylenmişti. 

Ve nihayet Adnan Yücel anons edildiğinde, sinema perdesine Metin Özden’in çektiği o görüntü düştü: Evindeki koltukta, coşkulu kalabalığın karşısındaymış gibi konuşuyordu şair. Sonra Nazım’dan seçtiği üç şiir okudu. “Salkım Söğüt”, “Ceviz Ağacı” ve “Yapıcıyla Yapıcılar” şiirleriydi bunlar. 

O süreçte bazı gruplar Nazım Hikmet’in Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geri alınması ve mezarının Türkiye’ye getirilmesi için imza kampanyaları düzenlemişti. Adnan Yücel konuşmasında bu hususa da değindi ve şöyle dedi: “Nazım’ın bu ülkenin vatandaşı olmasını istiyorlar, oysaki ben bu ülkenin Nazım ülkesi olmasını istiyorum.” 

Ve EMEP’e (O dönem Emek Partisi kapatıldığı için partinin adı Emeğin Partisi idi) böyle bir geceyi organize ettiği için teşekkür ederek bitirdi konuşmasını Adnan Yücel.

Kısa bir süre sonra hayata veda edecek olan bir büyük şairi, -kamera yöntemiyle de olsa- kendi halkıyla buluşturmanın gururu tarif edilir gibi değildi. Üstelik bu kayıt, sadece geceye katılanlara değil, gelecek kuşaklara da selam gönderen kalıcı bir kucaklaşma sahnesiydi.  

Ne var ki büyük bir talihsiz olmuş ve çekilen kayıtlar –teknik bir nedenle - ortadan kaybolmuştu!..

GÜNEŞİN SOFRASINDA...

Kimler yoktu ki o gecede? Moğollar, Sennur Sezer, Tevfik Taş, Cengiz Bektaş ve adını sayamadıklarımız. Sanatçı konuklarımızın neredeyse tamamı İstanbul’dan gelmişlerdi. Sabah olduğunda, konukların çoğunu program dahilinde havaalanına bırakmıştık.

Adana’da kalan konuklarla da -yine Metin Özden’in cin fikirliği ile- Adnan Yücel için küçük bir moral yemeği düzenlemiştik. Buluşma, Çukurova Üniversitesi Sosyal Tesisleri’nin hemen karşısında bulunan bir lokantada gerçekleşmişti. Yeri ayarlayan isim ise Ziraat Fakültesinden çok değerli hocamız/yoldaşımız Prof. Dr. Erdal Şekeroğlu idi.

Bir sofra düşünün; başında Adnan Yücel, Sennur Sezer otursun. 

Bir sofra düşünün; yanlarında Memet Kılınçaslan, Erdal Şekeroğlu olsun.

Şiirlerle, mücadele dersleri ile ve neşeli sohbetle yoğrulmuş bu sofraya eşlik etmek bizim için büyük mutluluktu: Benim için, eşim Dilek için, Metin Özden ve EMEP ilçe Başkanı olan Ali Yiğit için, yine o masada oturan EMEP İl Başkanı Belma Çıngıloğlu ve eşi Zekayi Çıngıloğlu için.

Güneşin sofrasındaki ilk şiiri Adnan Yücel okudu. “Kar durdu” diye başladı, okuduğu şiir Sennur Sezer’e aitti. O sahneyi Sennur Sezer daha sonra Evrensel’e şöyle yazmıştı:

“Adnan Yücel, döğüşüne ara verdi. Onun durumu başka nasıl açıklanabilir ki. Bir ay kadar önce Adana’da “Doktorlar üç ay dedi, bir yılı devirdim” dememiş miydi? Nâzım Hikmet gecesinin ertesiydi. Nâzım Hikmet gecesi için hazırladığı konuşma, okuduğu şiirler görüntü olarak yer almıştı. Aşkla bağlıydı; sanata, sosyalizme... Galiba sorun da burdaydı. Aşkla kavgayı ayırmayışında... Adnan Yücel ile de vedalaştık. Bu vedada ölümü açık açık anmamız ilk. Yalansız çizdik sağlığımızı. O toplumcu mücadeleyi lirik bir tonda, coşkuyla şiirleştirenlerdendi. “Ateşin ve Güneşin Çocukları” mıydı soruşturmaya uğrayan kitabı? Ala şafakta yeryüzüne düşecek görüntünün bir aşk görüntüsü olması gerektiğini söylerdi. O yüzden gençlerin çoğu ezbere bilirdi onu. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” çileler çekilecek, kavga sürecek... Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek... Çünkü sevda kavgalara sözlenmiştir. Şiir okumayı, yorumlamayı, yazmasını bildiği kadar bilen bir şair ara verdi kavgaya. Benden genç bir arkadaşın ardından yazmak ne zor. Hiç sevmem bir şairi anlatırken kendime döndürmeyi sözü. Ama bir şiirim artık hep Adnan Yücel’e adanmış kalacak. O vedalaşmada ezbere okuduğu için. Nerden bilirdim o şiirin de vedalaşmanın bir parçası olduğunu. “Yaz ortası üşümek” adlı şiir “Kar durdu” diye başlıyordu. Adnan Yücel, Elazığ’ın merkeze bağlı Dilek köyünden, ölümle, beklenenden uzun süre dövüşüp, yenildi. “Kar durdu.”
Sofrada...

Bir sonraki şiiri Sennur Sezer okudu. “Kenger” adlı şiir, Prof. Dr. Şekeroğlu’nun dahil olduğu yeni bir sohbete kapı açtı. İstanbul Çamlıca’dan Adana’da yol boylarına uzanan kenger hikayeleriyle yeşermiştik. 

Bilmeyenler için ekleyelim; Erdal Şekeroğlu’nun Evrensel’de “Tırtıl” başlıklı bir köşesi vardı. Kendini “böcekçiyim, böceklerle büyüyüp çoğalıyorum her geçen gün” diye anlatırdı. Sonra o yazılar Evrensel Basım Yayın tarafından “Tırtıl Yazıları” adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın önsözünde Aydın Çubukçu şöyle yazmıştı: 

“Prof. Dr. Erdal Şekeroğlu “doğayı konuşturanlar, okuyanlar” sülalesinin on binlerce üyesinden biridir ve ne mutlu bize ki, bizim zamanımızda ve bizim ülkemizde yaşamaktadır...”

Evet, o masanın etrafında o mutluluk bize de nasip olmuştu.

Ve kadehler kalkarken masada, Şekeroğlu şöyle demişti: “İlk defa bu yıl baharı burada (Çukurova’da) bu kadar uzun yaşıyoruz. Hâlâ yeşillik hâlâ bahar...”

O vakit söze Sennur Sezer girdi: “İstanbul’da zavallı ağaçları çomak haline getiriyorlar. Ellerinde elektrikli testere, ağaç dallarını kesiyorlar. Sorunca da ‘sokağın gözü gönlü açılıyor’ diyorlar. Çocuk mu bu gözü gönlü açılsın?​” 

Şekeroğlu’nun paylaştığı şu anektod da hayli ilginçti doğrusu: “Sivrisinekleri öldürürken aşağıdaki dokuyu da yok ediyorlar. Bizim partinin (EMEP’in) dediği gibi; aşağıdan yukarıya ve yok etmeden örgütlenmek gerek”

O ara Kılınçaslan mevzuyu hemen sistem sorununa bağlayıverdi: “Kapitalist sistem her şeyin düşmanı.” (Kılınçaslan deri işçilerinin önderiydi ve siyasi yürüyüşünü EMEP Genel Başkan Yardımcısı göreviyle sürdürmekteydi.)  

Sonra, Adnan Yücel’e dönüp bir halk adamı edasıyla bardağını havaya kaldırdı Kılınçaslan: “Hocam kaldıralım mı? Dünya malı dünyada kalır, çekelim biz...” 

İLHAN İLE METMET ALİ

Zekayi Çıngıloğlu yaman şiir okur hep. O gün o sofrada yine öyle bir şiir okudu: Antep’in Düztepe Mahallesi’nde 1976 yılında katledilen Halkın Kurtuluşu hareketinden İlhan Emre ve Mehmet Ali Özpolat için yazılmış bir şiir. 

“Adına destanlar yazılmış Antep’in” diye başlıyordu şiir ve “Kurşun ağzında iki dal yiğit”e selam duruyordu. Zekayi abinin o davudi sesinden şu dizeler çınladı sonra:

“Ölenler hepsi de birer Şahin’diler köprü başlarında, 
Hepsi de Şahin gibi vuruldular yirmi yaşlarında,
Hepsi de Şahin gibi yaşayacak Antep’in yiğit destanlarında...”

Zekayi abi şiiri okumadan önce Adnan Yücel’e -yıllardır söylemek isteyip de söylemeye fırsat bulamadığı- bir sırrını da açmıştı: Şiir Adnan Yücel’e aitti ve fakat Antep’te her anma töreninde bu şiiri Zekayi abi okuduğu için herkes şiiri onun sanırdı! Hikaye sofrada birkaç kez tekrarlanınca Sennur Sezer dayanamadı: Zekayi abiye dönerek “Adnan bu şiiri sana bağışlasın diye iyi numara yapıyorsun” dedi. Masada tatlı bir kahkaha yükseldi. Sonra, Adnan Özyalçıner’in direniş yerlerinde okuduğu “Kırkayaklı Karınca” şiirinin de aslında Ali Yüce’ye ait olduğunu anlattı.

AŞURE, KEŞKÜL VE GOŞİZM MESELESİ

İlhan ve Mehmet Ali için yazdığı şiire bazı fraksiyonlardan “goşizm” eleştirileri gelince çok sinirlenmişti Adnan Yücel; bunu yine o masada anlattı. (Goşizm kavramı, nesnel koşulları dikkate almadan şiddete meyledenleri ifade etmek/yermek için kullanılıyordu)

Kılınçaslan da –bir işçi gözüyle- “goşizm” vb tartışmalara 1 Mayıs 1977’de tanık olduğunu ve kontgerillanın bu çelişkileri görerek durumdan yararlandığını anlattı. Metin Özden lafı burdan devralıp TKP’ye yüklenince Sennur abla yine dayanamadı: Ona göre geçmişteki tartışmaları geçmişteki gibi sürdürmenin ve “kalıcı bir şiir haline getirmenin” yararı yoktu. Sennur ablanın kaşları birazcık çatılmıştı.

Sonra tartışma nasıl olduysa gelip o dönemde yaşanan partileşme tartışmalarına dayandı. Sennur ablaya göre ÖDP kuruluş aşamasında “aşure gibi/aşureye benzeyen bir parti”ydi. Çünkü ona göre grup grup oturmalar, ayrı ayrı toplaşmalar bir partiye yakışmazdı. 

Doğrusu, siyasi hareketleri tatlı çeşitleri üzerinden tarif etmek tam da Sennur Sezer’e yakışır bir usta işiydi. Aşurenin karşısına keşkül tatlısını koyarak; “Keşkül de bir tatlı çeşididir ama içinde öyle bir karışım vardır ki onu ayıramazsın” demesi de bundandı. 

ON BEŞ YIL SONRA...

Metin abiyle biz, tıpkı Adnan Yücel’i kayda aldığımız o gün gibi bu “buluşma yemeği”ni de kayda almıştık. Ne ki her iki görüntüyü de korumayı başaramamıştık.

Aradan tam 15 yıl geçti....

Ve ne mutlu ki, o muştulu haber bana yetişti!

Metin Özden, titiz bir takip ve teknik bir atraksiyonla görüntüleri kurtarmayı başarmıştı.

Bu yazı ile birlikte sizler, 15 yıl önce kaybolmuş bir videonun görüntülerini de izleme şansına sahip olacaksınız. (evrensel.net’te)

Adnan Yücel ile bizi buluşturduğu, o yemekli toplantıyı akıl ettiği ve bütün bu anları kayda almayı planladığı için Metin Özden’e ne kadar teşekkür etsek azdır.

Güneşin sofrasından bize ışık tutan o dört kahramandan geriye/bana “anı” olarak ne kaldı, biliyor musunuz? 

* Memet Kılınçaslan ölmeden bir gün önce elimde olan iki kişilik uçak bileti (koltuklardan biri ona biri bana ayrılmıştı)... 

* Sennur Sezer’in hazırlayıp sunduğu “Maksat Muhabbet”te benimle çektiği son programın görüntüleri (Program, KHK ile kapatılan Hayat Televizyonunda yayınlanıyordu ve göçmenlerin konuşulduğu son program bana nasip olmuştu)...

* Erdal Şekeroğlu’nun, kendi elleriyle yaptığı cam fanusta kanat açmış iki kelebelek...

* Ve Adnan Yücel’e sarılmış olmanın gururu...

İşte...

On beş yıl sonra gelen o kayıp görütüler, hepsinin üzerine çok ama çok iyi geldi.

Evrensel'i Takip Et