Mexico City metrosunda Aztek nostaljisi
Sena Akalın, Mexico City günlüklerinin devamında hareketli kent metrosunda pek çok Meksikalı gibi Aztek hayallerine kapılıyor.
Sena AKALIN
Coyoacán’da Meksika’yı fetheden İspanyol conquistador Hernán Cortés’in idari üs olarak kullandığı bilinen yapının tam karşısındaki bir bankta Meksika tarihiyle ilgili bir kitaba göz gezdiriyorum. Kitapta, Cortés ve askerlerinin bugünkü Mexico City sınırlarına vardıklarında doğal ve yapay göllerle çevrili, içinden su kanalları geçen, mühendislik harikası set ve yollarla etrafındaki tarım yapılan kara parçalarına bağlanan bir ada üzerine kurulmuş Tenochtitlan kentini bulduklarını yazıyor. Tenochtitlan bizim Aztek İmparatorluğu diye bildiğimiz ama aslında kendilerine Mexica diyen ve Nahuatl dilini konuşan etnik grubun 14. yüzyılda kurulan ve 15. yüzyılda altın çağını yaşayan imparatorluğunun merkeziymiş. Cortes’in işgalci askerlerinin günlüklerinde ve mektuplarında Tenochtitlan “Havva’nın bahçesi, cennetimsi rüya gibi bir yer” olarak tasvir ediliyor. İspanyollar çok kısa süre içerisinde Tenochtitlan’ın aynı zamanda Avrupa’nın bütün şehirlerine kıyasla yaklaşık 150 bin nüfusuyla çok daha kalabalık bir yerleşim olduğunu fark ediyorlar. Mexico City’nin bugünkü tarihi merkezi, İspanyol işgaliyle yıkılan Tenochtitlan’ın üzerine kurulmuş. Fakat artık ne kanallardan ne de şehri sarmalayan göllerden eser var. Yerine yüzyıllar içerisinde göllerin kurutulup doldurulmasıyla her gün daha da büyüyen uçsuz bucaksız topraklara yayılmış bir megakent var. Mexico City bugün dünyanın en kalabalık ve en büyük kentlerinden biri olma özelliğini koruyor.
MEXICO CITY METROSU
Coyoacán’dan çıkıp şehir merkezine doğru yola çıkıyoruz. Sabah erken saatlerde başlayan yoğun trafiğe denk gelmemek için metroya binmeye karar veriyoruz. Metro istasyonuna geldiğimizde daha önce hiçbir kentte tanık olmadığımız bir şekilde şehir hayatının yer altında da devam ettiğini fark ediyorum. Mexico City metrosunda hiç durmayan bir hayat var ve bu hayat, sokaklardaki renkliliğin, kalabalığın ve çeşitliliğin daha süratli bir kopyası gibi. Kamusal alan yer altına taşmış da denilebilir. Denk geldiğimiz metro istasyonlarında onlarca farklı dükkan ve seyyar satıcıyla dolu olduğunu gözlemliyorum. İstanbul’da belli metro istasyonlarında gördüğümüz tek tük dükkanlardan sonra karşımıza çıkan bu manzarayı hakkını vererek tasvir etmek çok zor. Metroya binene kadar insanın bir an bile kendi iç dünyasına dalması çoğu zaman imkansız, her adımımızda bize eşlik eden atıştırmalık yiyecekler, Taco’cular, makyaj malzemesi, vejetaryenlere özel ürünler satan birçok dükkanın yanı sıra yürüme platformunun tam ortasına serdiği gazete ve dergileri satan seyyar satıcılar, merdivenlerin köşelerine çökmüş dilenciler, hızlı adımlarla giyim kuşamlarından birçok farklı sektörde çalıştığı belli olan işlerine yetişmeye çalışan yüzlerce Meksikalı, bebeklerini sıkı sıkı tutan ve bir yandan da şeker ve çikolata gibi şeyler satmaya çalışan genç seyyar satıcı anneler bir çırpıda gözümüzün önünden geçip gidiyorlar. Biz de, onların günlük rutinlerinin olağan bir parçası haline gelmiş bu kargaşanın içinde kendimizi metro beklerken buluyoruz.
Mexico City’e metro inşa etme fikri, 1960’ların ortasında şehrin artan nüfusunun bir yerden bir yere ulaşımının gün geçtikçe daha da zorlaşmasıyla birlikte değerlendirilmeye başlanıyor ve metro inşa planı resmi bir şekilde 1967 yılında kabul ediliyor. Bugün New York’tan sonra Kuzey Amerika’nın en büyük metro sistemine sahip Mexico City metrosu her yıl milyarlarca sefer yapıyor. Sabah mesai saatinden önce yola çıktığımız için kalabalığın gözümüzün önünde kapılara sıkışma pahasına metrolara aktığına ve inerken de aynı şekilde adeta üstümüze doğru dökülüşüne tanık olduk. Önce bu kadar kalabalık bir vagona binmemiz imkansız diyerek dakikalarca yeni metronun gelmesini bekleyip, yeni gelenin de aynı şekilde dolup taştığını görünce biz de kendimizi insanların üstüne atarak bir şekilde vagona sığıştık. Böyle bir kalabalık elbette başta insanı aşırı rahatsız ediyor, sürekli insanlara dokunmanız, onların size dokunmaları ve inmek istediğiniz durakta vagonun sadece saniyeler içerisinde açılıp kapanan kapısına ulaşmak için uygulamanız gereken fiziksel manevraları öğrenmek için birkaç denemeden geçmek şart. Bir noktada vücudumuz Mexico City metrosunun ritmine alışıyor ve gerekli manevraları yaparak vagondan sağ bir şekilde çıkıveriyoruz. Bütün bu kalabalığın dışında bir de tabii vagonlardaki bitmek bilmeyen seyyar satıcı trafiği, gösteriler, müzik performansları şehir metrosunu adeta yer altının renkli işlek sokaklarına dönüştürüveriyor. Şimdiye kadar içinde kulaklık, makyaj malzemesi, cd, şeker, stres topu gibi ürünlerin satılmadığı ya da birinin bir müzik aleti çalmadığı, bir metroya denk gelmedik. Kamusal alan yer altına taştıkça her türlü ticaret de beraberinde mümkün hale geliyor.
Zócalo’ya gitmek için başka bir hatta geçmemiz gerektiğinde indiğimiz istasyonda hangi yöne doğru gideceğimizi bulmaya çalışırken baktığımız tabelalarda her metro durağı isminin görsel ifadesi olarak tasarlanmış simgelere gözüm takılıyor. Daha sonradan araştırdığımda, bu simgelerin 1968 Meksika Olimpiyatlarının görsel tasarımlarını da yapan ABD’li grafik tasarımcı Lance Wyman’a ait olduğunu okuyorum. Wyman 1969 yılında Mexico City metrosu için tasarladığı bu sembollerle aslında yüzyıllardır devam eden görsel bir geleneği devam ettirmiş. Bu gelenek Orta Amerika’nın resimler ve sembollerden oluşan kodekslerinden başlayıp 20. yüzyılda Meksika’nın en ünlü duvar ressamı Diego Rivera’nın hepsinde bir hikaye anlattığı murallerine- duvar resimlerine kadar uzanıyor. 1970’lerin başında okuma yazma bilmeyenlerin oranı köyden kente artan göç sebebiyle hala son derece yüksek olan bir şehirde halkın her kesimini kapsamak için de tasarlanmış bu semboller, bugün şehre gelen ve İspanyolca bilmeyen yabancıların bile hayatını kolaylaştırıyor.
LA FIESTA BRAVA: AZTEK GEÇMİŞİNE DUYULAN NOSTALJİ
Hat değiştirip, bizi Zocalo meydanına götürecek olan metroya bindiğimizde aklıma 2014’te hayatını kaybeden Meksika’nın en önemli şair ve yazarlarından Jose Emilio Pachecho’nun 1972 yılında yazdığı, Mexico City metrosunda geçen La Fiesta Brava (La fiesta brava, vahşi şenlik boğa güreşleri için kullanılıyor) adlı öyküsü geliyor. Pachecho’nun öyküsünde geçimini İngilizce-İspanyolca çeviri yaparak kazanan genç Meksikalı yazar Andres Quintana, yabancı yatırımla basılacak ücretleri dolgun olan yeni bir dergi için bir öykü yazar. Öykünün baş kahramanı Vietnam’da generallik yapmış ve bir sürü masum insanın öldürülmesi emri vermiş ABD’li General Keller’dır. General, Meksikalıları medeni bulmaz, yemeklerini, alışkanlıklarını, boğa güreşlerini barbaca olarak tanımlar ve sürekli eleştirir. Fakat ilginç bir şekilde her gün Antropoloji Müzesine gidip Meksikalıların ataları olan Aztek ve Maya medeniyetleriyle ilgili yeni şeyler öğrenir, özellikle Aztek tanrıçası Coatlicue’ye hayran kalır. Bir gün Antropoloji Müzesi kapanana kadar tanrıça Coatlicue’ye baktıktan sonra müzenin içinde bulunduğu Chapultepec parkından oteline doğru yürürken bir dondurmacı yanına yaklaşır ve General’e daha önce hiçbir beyaz adamın görmediği metronun derinliklerinde saklı bir Aztek kalıntısından bahseder. General korkusuz ve cesur bir asker olduğu için bu maceraya hayır demez. Ayrıca daha önce hiçbir beyaz adamın görmediği bu Aztek kalıntısını ilk görebilme şerefine erişecek ABD’li olmak epey büyük bir şeydir. 13 Ağustos Cuma akşamı dondurmacının tarif ettiği şekilde Insurgentes Metro istasyonundan kalkan son metroya biner ve metro Isabel Catholica ve Pino Suarez tüneli arasında durduğunda vagonun kapısını açıp heykeli keşfetmek için karanlık tünelde ilerler. Antiemperyalist, genç yazar Andres Quitana hikayesinde Meksikalılardan ve bütün alışkanlıklarından tiksinip onları barbar olarak nitelendiren ama aslında kendisi Vietnamlı masum insanların vahşice katledilmesi emrini vermiş gerçek barbar General Keller’ı tünelin derinliklerinde başına geleceklerden habersiz bir şekilde yürütür ve sonunda General’in beklediği macera adeta bir vahşete dönüşür. Amerikalı beyaz adamın kalbi çıkarılır ve Mexico City metrosunun derinliklerinde gizlenmiş Aztek tanrılarına kurban olarak sunulur. Böylece Quintana hem İspanyol işgalcilerden hem de kötülük olarak aralarında fark görmediği Amerikalılardan bir nevi öcünü almış olur. Fakat genç yazarın hikayesi dergi editörü tarafından geri çevrilir. O da büyük bir hayal kırıklığıyla hikayeyi çöpe fırlatır. Hikaye burada bitmez ve Quintana’nın peşini bırakmaz, evine geri dönmek için metroya binen genç yazar birden ortadan kaybolur ve kendi hikayesindeki gibi Aztek tanrılarına kurban olarak sunulur.
Pacheco’nun bu öyküsü aslında Meksika devrimi sırasında milli kimliğin yeniden inşa süreciyle başlayıp, 1960’larin anti-emperyalist sol söyleminde de yer bulan pre-hispanik yerli medeniyetlerinin yüceltilmesi ve bu yeni kimlik yoluyla Meksika’nın kurtarılması fikrinin gitgide içinin boşatılmasına getirilmiş epey sert bir eleştiri. Pachecho, La Fiesta Brava’yla Meksikalıların bugünkü büyük sorunlarını nostaljiye indirgenmiş bir yerli kültürü fetişleştirmesiyle çözmelerinin ne kadar imkansız olduğunu vurguluyor. Pachecho’nun hikayesini düşünürken 45 dakikalık metro yolculuğumuz sona eriyor ve dünyanın en büyük meydanlarından biri olan ve geçmişte Aztekler tarafından da törenler için kullanılan Zocalo meydanına geliyoruz.
Bu etkileyici geniş meydanda dolanırken etrafta bir sürü yerli kıyafetleri giymiş dans eden veya önlerinde sıra oluşturmuş insanların üstüne yapraklar değdirip vücutlarının etrafında tütsü dolaştıran sonra da bir midye kabuğunu üfleyen adamlar ve kadınlar görüyoruz. Dans ettikleri dairelerin önüne serdikleri örtüleri sunak olarak kullanıp meyveler, taşlar, midye kabukları yerleştirmiş olduklarını görüyorum. Bu ilginç görüntüyle çelişen bir şekilde dans eden arkadaşlarına sırtını çevirmiş cep telefonlarıyla konuşan adamları görmemiş olsaydım meydanın etkileyici büyüklüğü, müzik sesi, danslar ve bu renkli görüntüler beni gerçekten bir Aztek töreninde hissettirebilirdi. Yine de kendimi “Geçmişte acaba buralar nasıldı” fikrine iyice kaptırmak için bilinçsizce önümde duran üç turistin arkasına takılıp ben de sıraya giriyorum. Sıra bana gelince kafasında tüyler olan iki parçadan oluşan kostümüyle beyaz saçlı yaşlı bir adam kafamın üstünde bir tütsü dolaştırıyor yanmış yapraklardan gelen dumanı kıyafetlerimin üstünde gezdiriyor ve birden duruyor yanında taco yiyen diğer kostümlü arkadaşına dönüp ‘Bana yemek almadın mı, git bana da al’ diye onu azarlıyor ve uzun bir diyaloğa giriyor, böylece birden havaya girdiğim ‘’ruhun kötü enerjiden temizlenmesi’’ törenim acıkmış büyük ihtimal bütün bu arınma töreninden bıkmış yaşlı şamanın arkadaşına verdiği taco siparişiyle yarım kalıyor ve kısa bir şekilde sonlandırılıyor. Sunağın üstünde duran bozuk para kutusuna on Meksika pesosu atıyorum. Bu beklediğimden kısa süren tören sonucu kendimi pek temizlenmiş hissetmiyorum ama çok güzel kokuyorum. Aklıma tekrar Pachecho’nun La Fiesta Brava’sı geliyor geçmişi yeniden canlandırmayı bir kenara bırakıp bugünkü Mexico City’e bakmaya karar veriyorum.
Haftaya devam edecek...