16 Temmuz 2017 02:12

Demokrasi için hangi sokak?

Nuray SANCAR

Jean Jacques Rousseau, modern toplumun, insanların doğal halde yaşarken sahip oldukları bazı özgürlükleden vazgeçmesi sayesinde kurulduğunu söyler. Bir toprak parçasında “ilk oturma hakkı”nı elde eden topluluk, kamusal yarar adına egemen varlığa (devlet) söz borcuyla bağlanarak toplum haline gelebilecektir. Egemen varlık yani devlet, kendi güçlerini herkesin iyiliğine uygun olarak kullanacak ve özel çıkarlar arasındaki anlaşmazlıkları düzenleyecektir. Böylece toplumun iradesini, toplumun onayıyla üstlenerek çatışmasızlık halini koruyacaktır. Aileden başlayarak bütün toplumun üyeleri de bu başlangıçtaki söz borcuna uyarak ortak faydadan yararlanabilir. Toplumdaki eşitlik ve bütünlüğü garanti eden faktör üyelerinin birbiriyle, toplumun da devletle yaptığı bu toplum sözleşmesidir.

Rousseau’nun 18. Yüzyılda kapitalist toplum ile devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine dair önerdiği Toplum Sözleşmesi, devleti kamu yararını gözeten siyasi ilke olarak yüceltir. Ferdi özgürlüklerinden vazgeçmeyenlerin eşitlik ilkesini bozucu davranışlarına karşı tampon görevi üstlenen egemen varlığa (devlete) özel bir ehemmiyet biçer.

Rousseau’nun yaşadığı çağda, modern toplumun sınıf çatışmaları ile günümüzde çeşitlenen toplumsal mücadeleler bir perspektif oluşturacak kadar deneyim biriktirmemişti. O yüzden de toplumun oluşumundaki ilk sözleşmede her şeyin öngörülmüş olduğunu varsayar Rousseau.

Bu burjuva düşünürün ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşen Fransız İhtilali, genel istemin devlet tarafından temsil edilmediğini, toplum sözleşmesi denen soyut belgenin sokakta, barikatlar arsasında mücadele eden insanlar tarafından yeniden yazıldığını gösterdi. “İnsan hakları Beyannamesi”nde formüle edilen talep ve birkaç yılda bir tekrarlanan seçimler kapsamında halkın yönetime katılmasını genel oy ilkesine bağlayan burjuva demokrasisi, toplum ile devlet arasındaki ilişkiyi belirleyen sözleşmenin yeniden gözden geçirilmesinin yollarını açmıştı.

Daha sonra işçi sınıfı ve emekçiler bu kanalları genişlettiler. Sendikaların doğuşuyla birlikte, Rousseau’nun kamu yararının temsilini devletle özdeşleştirdiği Toplum Sözleşmesinin yerini, halkın kendi yararını devlete karşı kendisinin gözettiği toplu sözleşme süreci aldı. Ve toplu sözleşme pratiği, masa başındaki uzlaşma arayışlarının sonunda imzalanmış belgelere nihai biçimini verme faaliyetinden ibaret değildi. Grev ve direnişlerin, sokak çatışmalarının, iş bırakmaların, boykotların; kısaca bir dizi mücadelenin kazanımlarının sonucunda emekçiler, nasıl yaşamak ve yönetilmek istediklerini işverenden başlayarak devlete kadar uzanan “egemen varlık” gövdesine iletiyor ve onun kimi mekanizmalarını, yaptırımda bulunarak şekillendiriyorlardı.

DEVLETLE HALK ARASINDA MEALEN İMZALANAN SÜREÇ

20. yüzyıldaki demokrasi bir toplusözleşme demokrasisidir. İşçi sınıfının ve emekçilerin, siyasal ve toplumsal güçlerinin düzeyine bağlı olarak, etrafında örgütlendikleri ve uğruna mücadele ettikleri taleplerinin gerçekleşme potansiyeli demokrasinin de düzeyini belirlemiştir. Dolayısıyla demokrasi ne sonsuza kadar sürecek bir devlet lütfu ne de bütün ilkeleri önceden belirlenmiş bir yönetim biçimidir. Sınırları ve kapsamı mücadeleyle belirlendiği gibi, korunması da sürekli bir çabayı gerektirir. Demokratik mücadelenin mekanları ise sokaktan parlamentoya, meydanlardan salonlara kadar geniş bir evreni kapsar. Büyük harfle Toplu Sözleşme, bu mücadelelerin genel ve toplam sonucu olarak devletle halk arasında mealen imzalanan, sonuçlarının anayasalara ve yasalara özümsendiği kapanmayan bir süreçtir.

Örgütlü emekçiler mücadele mekanlarını çoklaştırmışlar; talebin özelliğine bağlı olarak kent ve ülke sathında yaratıcı bir biçimde çeşitlendirmişlerdir. Grev komitelerinden parlamenter mücadeleye, sokak barikatlarından açık mitinglere, kapalı toplantılara kadar her türlü yöntem denenmiş ve bu mekânlarda süren mücadele biçimleri birbirine bağlanarak ilerletilmiştir. Mekanların seçimi ise rasgele değildir. Ülkedeki iklimden talebin etkilediği kesimlerin niteliğine göre bir dizi faktör tarafından belirlenir. Aralarındaki öncelik ve sonralığı belirleyen, ancak mücadele konusu olan talebin niteliği ile siyasal güçler dengesinin durumudur.

MECLİS VE SOKAK BİRBİRİNİN YERİNE TERCİH EDİLEBİLİR Mİ?

Bugün muhalefet pek çok bakımdan mücadele mekanlarını kullanmakta zorluk çekiyor. Tam da bu nedenle parlamentonun işlevsizleştiği gerekçesiyle sokak mücadelesine yapılan vurguların artması ve özellikle 9 Temmuz adalet mitinginden önce ve sonra ana muhalefet partisinin bu mekanın altını çizmesi anlaşılır olsa da mücadele imkanlarının tek bir mekanla sınırlanması bakımından sorunludur. Meclis ve sokak birbirinin yerine tercih edilebilecek, önemi bir öncekinin varlığına ya da yokluğuna bağlı mekanlar değildir.

PARLAMENTO- SOKAK İLİŞKİSİ

Bizim gibi ülkelerde esas olarak halk talebini bastırmanın bir aracı olan, göstermelik bir işleyişe sahip olan parlamentoda, şimdiye kadar eğer iyi bir şey yapılmışsa bu elbette sokaktaki mücadeleyle ilişkilidir. Ancak sokağın kendisinden ibaret bir fetiş haline getirilmesinin sonuçları her zaman iyi sonuçlar vermez. Çünkü siyasi grupların, kanaat önderlerinin çağrısına yanıt verecek bir topluluğun orada hazır bulunduğuna inanmak sokağın, yoğun ve örgütlü bir çabayla, siyaseten kurulması gereken bir mekan olduğunu göz ardı edecektir. Her şeye muktedir olduğu sanılan sokak mücadelesindeki zamansız karşılaşmalar, buradan verilen hazırlıksız yanıtlar  o mücadelenin tökezlemesine davetiye çıkarır. 

Sokak demokrasi mücadelesinin bütün alanlarını kapsamak üzere metaforik bir kavram olarak kullanılabilir. Bu metaforik alan, hiç de türdeş olmayan sakinlerin orada kurulu hane ve işyerlerinde ikamet ettiği/çalıştığı/ birarada olduğu bütünlüğü güvencede olmayan bir mekandır. Sokağın bütünlüğünü sağlayacak olan şey örgütlü mücadeledir. Zaten bu da sokağın yine metaforik olarak bütün mücadele alanlarını kapsamak üzere genişlemesi anlamına gelir. 

Sokak bu durumda ancak herkesin belirli bir talebin etrafında birleşebilme niyeti taşıdığı anda çağrılara yanıt verir. Bu yanıtın yaptırım gücü olan bir sese dönüşebilmesi için ise, işte o evlerin, işyerlerinin, okulların, büroların, dükkanların vb. büyük bir çoğunluğunda yaşayan insanların bu talepte kendi özlemlerinin gerçekleşebilme potansiyelini görmesi ve bunun için uğraşmaya değer olduğunu hissetmesi gerekir.

Ancak o zaman burjuva “egemen varlık” kamu yararını sonsuza kadar kendisinin temsil ettiğini iddia edemez olur ve halk Anayasayı, egemen sınıfları yeni bir toplu sözleşmeye zorladığı sokaktan yazabilir.  

Evrensel'i Takip Et