16 Temmuz 2017 06:14

Yeşer SARIYILDIZ

Yıllar önce İngiliz fotoğrafçı Michael Kenna’nın söyleşisine gitmiştim. Bütün fotoğraflarda tema olarak su bulunan bir seri yapmıştı. Suyun dalgalı, durgun, gökyüzünden yağarken gibi bir sürü halini mutlaka çektiği fotoğraf karelerine dahil ediyordu. 

Bazen engin bir deniz kadrajını kaplıyordu, bazense kıyısından köşesinden su birikintisi dahil oluyordu kareye.

Bir fotoğraf gösterdi, siyah beyazdı. Yalnızca bir iskele vardı, iskelenin üzerinde hiç kimse ya da hiçbir şey yoktu. Deniz alabildiğine uzanıyordu ve su inanılmaz durgundu. Bize bakıp “Bu fotoğrafa bakınca aklınıza ilk olarak ne geliyor?” diye sordu. Cevaplarımız benzerdi. Sonsuzluk, özgürlük, dinginlik, huzur ve en çok da sessizlik… Sonra bizden bu karenin çekildiği anı betimlememizi istedi. Kimimiz bir akşamüstü dinginliği hayal ettik, insanların evlerinde yemek yediği ve unutulmuş bir iskelede oturmanın akıllarına gelmediği saatlerde tek başına bir yürüyüşte olduğunu düşündük. Kimimizse, sabahın erken saatlerinde, doğa yeni uyanırken çekildiğine kendimizce emin olduk. Herkes kendi sahnesini gözünde canlandırmıştı ve ortak olduğumuz tek şey, bu fotoğrafın dingin ve huzurlu bir anı temsil ettiğiydi.

Teşekkür etti ve bir fotoğraf daha gösterdi. Bu fotoğrafsa, bir öncekinin tam tersi, bir maç çıkışıydı. İngiltere’de çekilmişti, holiganlar her yerdeydi. Kadrajdan anlaşılacağı üzere, ortamda adım atacak yer yoktu. Rembrandt tablolarındaki kadar çok olayın sığdığı bu karede, bir köşede kavga eden holiganlar bile vardı. Bir an gülümseyerek durup dedi ki, “İşte bir önceki kare, burada çekildi.” Önünde bir maç çıkışı olduğunu ve ardında ise, bomboş bir iskele olduğunu anlattı. Fotoğrafçılık denilen şeyin, asıl olarak “ne göstermek istediğini bilmek” olduğundan bahsetti ve tabii ki, aynı zamanda “ne görmek istediğini bilmek”.


Ara ara, özellikle bunaldığım zamanlarda bu konuşmayı hatırlarım. Kalabalık bir maç çıkışı arkanı dönüp dingin bir dünyaya ait bir an yakalamak enteresan gelir. Son zamanlarda daha da sık aklıma geliyor. Ne de olsa, etraf sürekli kalabalık bir maç çıkışı gibi. Fonda her daim bir trafik ve inşaat uğultusu, metrekareye üç kişinin düştüğü bitmeyen bir kalabalık, çevremizi iyice saran beton görüntüsü, istemeden maruz kaldığımız posterler, ilanlar, standlar, programlar, etkinlikler ve sucuk ekmek kokuları…

Bazen, akıl sağlığımızı koruyabilmek için doğru şekilde ve zamanda göz ardı etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu, kendi dünyanda, geri kalan her şeyi yok sayarak yaşamına devam etmek değil. TDK, “göz ardı etmek” deyimini, “gereken önemi vermemek” olarak açıklıyor. Dahil hissetmediğim bir kutlamayı göz ardı etmekten bahsediyorum. Köprüden geçerken, boğazın güzelliğine kendimizi kaptırıp bir dakikalığına mutlu hissetmekten ya da etrafımız dahil olmadığımız gürültülü kutlamalarla sarıldığında, en kötü durumdayken bile, kulaklıklarımızı takıp gökyüzüne ya da denize bakmaktan.

Her yapılana şahit olup iliklerimize kadar hissettikçe, aklımız bizi yavaş yavaş terk ediyor. O yüzden üzgünüm, bir süreliğine yapılacak en iyi şey, tuhaf şovlara gereken önemi vermemek.

Evrensel'i Takip Et