05 Ağustos 2017 02:22

Avrupa’da sıcak yaz; yoksulluk, Brexit ve Fransız iş yasası

Avrupa'nın gündeminde, Almanya seçimleri, İngiltere'deki Brexit tartışmaları ve Fransa'daki iş yasasını alt üst eden yasa tasarısı var.

Paylaş

Avrupa ülkelerinde yaz dönemi sıcak siyasi gündemler birikiyor. 

Almanya’da 24 Eylül’de Federal Parlamento seçimleri yapılacak. Geleneksel “yaz boşluğu”nu bu yıl Türkiye-Almanya arasındaki sertleşme doldurmuş olmasına rağmen seçimlerin yaklaşmasıyla yoksulluğun, özellikle çalıştığı halde yoksul olanların sayısının giderek artması daha fazla gündem oluyor. Hükümet ortağı Birlik partileri CDU/CSU, Almanya’nın en refah döneminde olduğu iddiasıyla 2025’te işsiz kalmayacağının propagandasını yapıyor, fakat Alman Sendikalar Birliği (DGB) Yönetim Kurulu Üyesi Annelie Buntenbach buna karşı çıkıyor.  

İngiltere hâlâ Brexit’i tartışmaya devam ediyor. Elini güçlendirmek için erken seçimlere giden Başbakan Theresa May, umduğunu bulamayınca, ülkenin izleyeceği yöntem konusunda, sert mi yoksa yumuşak mı bir çıkışa gidileceği meselesi giderek daha fazla alevlendi. The Guardian’dan çevirdiğimiz yazıda bu stratejinin netleşmesine yönelik yeni bir referandum tertipleme ihtimalinin daha da yaklaştığı savunuluyor. 

Fransa’da ise Emmanuelle Macron’un cumhurbaşkanlığındaki hükümetin iş yasasını altüst eden yasa tasarısı ülkenin ana gündemi olmaya devam ediyor. Le Monde gazetesinden seçtiğimiz yazı, ülkenin en büyük üçüncü konfederasyonu FO’nun izlediği stratejiyi ve iç tartışmalarını konu ediyor. Sendika merkezi ilk baharda el Khomri denilen iş reformuna karşı mücadeleci bir çizgideyken, bu sefer emekçiler için çok daha kötü bir tasarı olmasına karşın daha ılımlı bir taktik izliyor. Fakat sendika içerisinde bir çok büyük federasyon merkezi yönetimin bu çizgisine açıktan karşı çıkıyor ve mücadeleci bir çizginin savunulması gerektiğini belirtiyor. 


TERS YOLDA İLERLEMEK

Annelie BUNTENBACH
Frankfurter RUNDSCHAU

‘ALMANYA hiçbir zaman bu kadar iyi durumda olmamıştı!’ 

Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partilerinin 24 Eylül’de yapılacak federal seçimlerle ilgili programı bu cümle ile başlıyor. Hangi Almanya’dan söz ediyorlar ki? En alttakilerle en üsttekilerin yaşam koşullarını karıştırıp çıkan sonuç genel için olumlu bir refah gelişimi olarak gösterilebilir mi? 

Otobüste koltuk bulup rahat rahat yolculuk yapan biriyle, kapının önünde, ayakta sıkış tepiş yolculuk yapan, hatta otobüse alınmayıp durakta büyük bir umutla ya da umutsuzlukla gelecek otobüsü bekleyenler aynı kefeye konulabilir mi?

Bu nedenle CDU/CSU’nun sürekli kullandığı ve 2025 yılında herkese tam gün iş sağlamayı vadeden “İstihdamı arttıran sosyaldır” sloganı doğru değil. Kendini halk partisi olarak niteleyen partilerin herkese insanca yaşam sağlayacak, iyi ücret ve çalışma koşullarına sahip işler sunmayı hedef alması gerekmez mi? Şimdilerde bundan çok çok uzaktayız ve Birlik partilerinin iş piyasası programıyla ters yönde yola çıkacağız. 

Almanya’da çalışanların beşte biri düşük ücretli sektörde çalışmakta, çoğu geleceği belli olmayan, sigortasız, sözleşmesiz ya da aylık kazancın 450 avroyu geçmediği mini işlerde çalışıyor ve bunların ezici çoğunluğu kadın. Prekariteyi azaltacak, süresiz sözleşmeli işlerde istihdam edilmiş insanların sayısını arttıracak, sigortalı, kalıcı sözleşmeli işlerde çalışmanın koşullarını yaratacak adımlar zorunlu. Özellikle kadınları part time işlerden kurtarıp emeklilikte yoksulluğa mahkum edilmelerinin önüne geçecek, mesleki açıdan gelişmelerine yol açacak  hakların garantisi gerekli. Bunun yerine muhafazakar partiler işsizleri düşük ücretli işleri kabul etmeye, mini işlere boyun eğmeye  zorluyorlar. 

Mini işler, yaşlılıkta yoksulluğa giden kayaklardır. Bu tür işlerde işçi haklarının korunabilmesi mucize gibidir. Mini işlerde çalışanların üçte biri tatil hakkına bile sahip değil, yarısı ise hastalanması halinde ücret bile alamıyor. Buna rağmen CDU/CSU, mini işlerin yaygınlaştırılmasını, aylık kazanılan 450 avronun yükseltilmesini talep ediyor. Biz ise mini işleri sigortalı, part time veya tam gün işlere çevirecek bir reformdan yanayız. Üstüne üstlük CDU/CSU, gastronomi ve tarımda zorunlu olan yasal asgari ücret verilip verilmediğinin kontrolü uygulamasından da  vazgeçilmesini talep ediyor. Açık ki bu vahşi batı koşullarında herkes için refahın sağlanması imkansız!  

*Alman Sendikalar Birliği (DGB) Merkez Yönetim Kurulu Üyesi.

(Çeviren: Semra Çelik)


İKİNCİ BREXIT REFERANDUMU GİTTİKÇE DAHA MÜMKÜN BİR OLASILIK

Vernon BOGNADÖR
The Guardian

BRİTANYA’nın AB’den çıkışı artık başladı. 50’inci maddeye göre (AB), Britanya’nın AB ile ilişkisinin “çerçevesini” ve gelecekteki ilişkisini düşünerek hareket etmeli. Fakat gelecekte bu nasıl bir ilişki olacak? Ekonomik anlamda AB’nin üç temel yanı var; Gümrük Birliği (ortak ticaret anlaşması ve ortak tarifeler); ve tarifesiz ticari bariyerlerin düzenlendiği ve azaltıldığı bir ortak pazar (düzenlemeleri, standartlar ve benzeri anlaşmaları var).

İngiltere Başbakanı Theresa May ortak pazar ve Gümrük Birliğinde olmak istemediklerini açıkladı. 2016’da referandum kampanyası sürecinde AB’den ayrılmamak için ortak pazar hakkında şöyle demişti: “Ortak pazara girebilmek için imtiyazlar vermemiz gerekir; bu imtiyazlar hiçbir karar sahibi olmadığımız AB yaptırımlarının bazılarını kabul etmemizi gerektirebilir, şimdi olduğu gibi ödemeler gerektirebilir ve aynen şu an olduğu gibi serbest dolaşımı da kabul etmeyi gerektirebilir. Hatta bunların hepsi söz konusu da olabilir”

Ortak piyasa üyeliği ve gümrük anlaşmasını, hiçbir şekilde etkileyemeyeceğimiz birçok AB yasasını kabul etmemizi de gerektirir, üstelik sadece şu anda mevcut yasalar değil aynı zamanda AB’nin gelecekteki yeni yasaları da dahil. Eğer böyle olursa AB’nin bir uzantısı oluruz; bizim çıkarlarımızı gözetmesi için AB komisyonuna ve üye ülkelere muhtaç oluruz. 1800’lerde Amerikalılar böyle bir düzenlemeyi kabul etmemişlerdi. 21. yüzyılda İngiliz halkı için de bu kabul edilir bir düzenleme olamaz. Yani Theresa May, Brexit kesinlikle AB’den tam çıkış olacak dediğinde referandumun getirdiği anayasal bir anlayıştan yola çıkıyordu. AB’den “yumuşak” bir çıkış hiç mantıklı değil. AB’den ayrılarak ona benzer koşullar yaratmak ama üyeliğin getirdiği etkiler konusunda karar vermekten yoksun olmayı gerektiriyor. Tek seçim var, ya sert bir Brexit ya da AB üyesi olarak kalmak. 

“Sert” Brexit koşullarında Britanya’nın AB ile serbest ticaret sözleşmesi için müzakere yapması gerekecek. Ama üzücü olan bizim pazarlık gücümüzün pek fazla olmaması. (…) Ek olarak, bu ticari sözleşmenin büyük ihtimalle Avrupa Konseyi tarafından, Avrupa Parlamentosu ve 27 ulusal parlamento ile 11 bölge parlamentosu tarafından da onaylanması gerekecek, üstelik bunların hepsinin iki sene içerisinde gerçekleşmesi gerek. (…) Ama bazı İngiliz siyasetçiler emperyal bir refleksle yaşıyor, ve onlar için İngiltere dünyanın merkezinde. Bizim sadece amaçlarımızı beyan etmemiz lazım, sonra başka ülkeler bize yardımcı olmak için cömertlik yapabilir diye yaklaşıyorlar. Geçen sene AB’den ayrılmak isteyenler, AB gibi kötü niyetli yabancılarla dolu ve çıkarlarımıza ters düşen bir kurumdan ayrılmamız gerektiğini söylüyorlardı. Nedense bu sene, AB bizim çıkarlarımızı gözetecek bir yardım kurumuna dönüştü.

Fakat artık bir genel seçim oldu. Theresa May bunu Avrupa sorununu çözmek ve kendi pazarlık gücünü artırmak için tertipledi. İstediği seçim sonucunu elde etseydi referandum sonucu onun görüşünü teyit etmiş olurdu ve Brexit kesinleşirdi. Fakat seçim sonuçları Avrupa üyeliği sorusunu dört sebepten dolayı tekrar gündeme getiriyor.

Birincisi, parlamentoda Theresa May’in istediği tarzdan bir Brexit’e destek yok. Hatta bugün AB üyeliği taraftarı olan milletvekili sayısı seçimden öncesine göre daha da yüksek. İkincisi, İşçi Partisinin seçimlerdeki kazanımı 2016’daki referandum sonucunu tekrar mercek altına yatırdı: İşçi Partisi, kalmaktan yana tavır almamış olsa da, bu sene yapılan anketler de gösteriyor ki partinin Brexit konusunda yumuşak tutumu seçimlerde oy kazanmasına neden oldu. (...)

Üçüncü olarak, seçim sonuçları iki büyük partideki uyuşmazlıkları ve çatlakları yoğunlaştırıyor. Elde edilen anlaşma eğer fazla sert olursa muhafazakar (parti) milletvekilleri muhalefetle bir olup reddedebilir. Eğer elde edilen sonuç fazla yumuşak bir çıkış olursa Avrupa Birliği’ne şüphe ile bakanlar reddedebilir. Parlamentoda, Brexit için gereken çoğunluk çıkmayabilir. 

Dördüncü olarak, liberal ve tarafsız üyelerin çoğunluğu oluşturduğu Lordlar Kamarasında büyük ihtimalle AB’den ayrılmak istemeyen bir çoğunluk var. Bu yüzden sert bir Brexit anlaşmasını reddetmek için cesaretlenecekler ve azınlık hükümetinin böyle bir hakkı olmadığını iddia edecekler. Çıkmazda olan bir parlamento, İngiltere’nin çıkarlarına olmayan bir anlaşma ve AB üyeliği konusunda bölünmüş iki parti varken, belki tek çıkış yolu, elde edilen anlaşmanın ikinci bir referandumla halka götürülmesi olabilir.

Şu anda bu çok mümkün görünmüyor olabilir. (...) 21 Şubat’ta eski kabine sekreteri olan ve şimdi Lordlar Kamarasında yer alan Lord Butler şunu sordu :”Brexit’in halkın talebi olduğu iddiasını savunanlar, bu müzakerelerin sonucunu halka danışma önerisini neden reddediyor?​” (...) Şüphesiz Brexit taraftarları sonuna kadar AB’den çıkmak gerektiğini savunmaya devam edecekti ve bu onların demokratik hakkı. Ama AB’den ayrılmak konusunda kafasında soru işaretleri olanlar da bu hakka sahip. 

Sonuçta Brexit Britanya için önemli, hatta varlığı ile ilgili önemli sorunlar içeriyor. Bu yüzden en son varılan anlaşma sadece parlamentonun değil aynı zamanda halkın da onayını almalı.

(Çeviren : Çınar Altun)


İŞ YASASI: FO SENDİKASI GENEL SEKRETERİ MAILLY’NİN STRATEJİSİ SENDİKA İÇİNDE KABUL GÖRMÜYOR

Tom RASSI
Le Monde 

İŞ Yasası reformu görüşmelerinin birinci aşaması 27 Temmuz perşembe günü biterken, kimi sendikaların mücadeleleri yeni başlıyor. Bir ay önceden CGT (Genel İş Sendikası) 12 Eylül’e bir eylem çağrısı yapmıştı zaten. Çağrıya Union Syndicale Solidaire (Sendikal Dayanışma Birliği) de hemen destek çıkmış, fakat 2016 ilk baharında el Khomri yasa tasarısına karşı en ön saflarda yer alan FO (İş Gücü) sendikası, bu sefer bu eyleme çağrıda bulunmadı. FO’nun merkezi yürütmesinde “Çalışma bölümünden” Sorumlu Sekreteri Michel Beaugas’a göre “Sendikamız değil, genel politik koşullar değişti. İlk iş yasası koşullarından farklı olarak bugün hükümetle bazı değişikliklerin yapılmasına yönelik görüşmeler yürütebiliyoruz”. Ve FO’nun Genel Sekreteri Jean Claude Mailly de kimi noktalarda söylediklerinin dinlendiğini belirtiyor. Örneğin çalışma bakanıyla yürütülen müzakere süresinin uzatılması ve kıdem tazminatlarının arttırılması konularında olduğu gibi. Fakat müzakere masasına oturulmasını kimi bölge yönetimleri kabul etmiyor. 

“El Khomri yasasına karşıydık, peki ondan çok daha ağır olan bugünkü iş yasasına karşı tavrımızı neden değiştiriyoruz” diye sorguluyor Sendikanın Finistère Bölgesi Genel Sekreteri Nadine Hourmant. “Jean Claude Mailly müzakerelerle yasayı etkilemek istiyor ama sözü dinlenmeyecektir. Bizim açımızdan durum çok net. Tatil sonrası ortalığın ısınması lazım ve mücadele rüzgarı batıdan esecektir”. 

BOŞ GÖRÜŞMELER

Aynı rahatsızlık yakın bir bölgede de dillendiriliyor. Ille-et-Vilaine Bölgesi Yürütme Üyesi Marc Martin’e göre “Birçok sendikacı içi boş görüşmelere katılma yerine, mücadele yürütme eğiliminde”. Ona göre Fransa’nın üçüncü büyük sendikası FO’nun, “Bu ve birçok bölgede olduğu gibi merkezi düzeyde de CGT sendikasıyla mücadeleye çağrı yapması gerekiyor”. Vendée, Gironde, Corrèze, Seine-Saint-Denis, Essonne, Puy-de-Dôme veya Tarn gibi bölgelerde olduğu gibi Britanya bölgesi de mücadele çağrısı yaptı. Tüm bu bölgelerin FO yönetimleri CGT ve Solidaires, hatta bazen de Unef ve FSU sendikalarının katılımlarıyla bölgesel sendikal mücadele platformları kurdular. Yasanın kararnamelerle onaylanmasını sağlayacak yetki yasasının içeriği 21 Ağustos’ta açıklanacak olmasına rağmen bu yerel platformlar işçileri şimdiden mücadele etmeye çağırıyorlar. 

Bu tarihten itibaren ikinci müzakere süreci başlayacak fakat bundan sonra sendikaların manevra alanı çok daralacak. FO Sendikası Manche Bölge Genel Sekreteri Yann Perrotte’e göre, “İki yüzlü olmamak gerek, bu kararnamelerin içeriğinde nelerin olacağını herkes biliyor. Bana göre ağustos sonunda harekete geçmememiz imkansız. Şimdilik müzakerelere katılma sürecini yürütüyoruz ve bu anlaşılır bir şey fakat mücadeleye de kendimizi hazırlıyoruz”. Taşıma, lojistik, hizmet ve ekipman mesleki sendika federasyonları da mücadeleyi destekliyorlar. 

Fakat bölge sendikaları ve meslek federasyonlarının çoğunluğu FO Genel Sekreteri Jean Claude Mailly’nin stratejisini destekliyor. Sendikanın Morbihan Bölgesi Genel Sekreteri Pierrick Simon’a göre, “Kararnamelerin içeriğine dair hayale kapılma yok. CFDT sendikasının sorumlu davranan tek sendika olmadığını göstermek istiyoruz ve taleplerimizi sonuna kadar savunacağız. Fakat eğer yasa istediğimiz yönde ilerlemezse, bizler de harekete geçeriz”. 

Rhône Bölge Sekreteri Pascal Lagrue ise “Müzakerelere katılma sendikal geleneğimizde var” diye ekliyor. Buna rağmen üyelerin bir kısmının tepkisinin olduğunu da kabul ediyorlar. Hérault Bölge Genel Sekteri Gilbert Fouilhe, “Kimi yoldaşlar hemen mücadeleye atılma taraftarları, ama buna rağmen Hérault bölgesi yönetim kurulu müzakereleri destekleme kararı verdi” diye belirtiyor. 

Genel Sekreter Jean Claude Mailly ve yakınlarına göre sendika içerisinde toplantı ve tartışmalar yaşanıyor fakat örgütlü bir karşı çıkan cephe yok. Bu itirazların 2018 nisanında yapılacak merkezi kongre öncesi farklı kesimlerin görünür kılınma amaçlı yapılan itirazlardan ibaret olduğunu belirtiyorlar. 

Gard bölgesinden Gilles Besson’un analizine göre “Bunlar konfederasyonu zayıflatmak isteyenler, fakat çok küçük bir grubu teşkil ediyorlar”. Ona göre “Ağustos sonunda merkezi yönetici kurumlar kararnamelerin içeriğini inceledikten sonra toplandıklarında tüm bu iç tartışmalar bitecektir. O zaman genel eylemlere hazır olacağız”. 

(Çeviren: Kıvanç Demir)


 

ÖNCEKİ HABER

Muzaffer İzgü: Tek dileğim okuyan bir toplum olmamız

SONRAKİ HABER

Tüccar ve şirket kazanıyor üretici kaybediyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa