Üniversiteden indim fabrikaya
Hafta içi 2 gün 5’er saat fazladan mesai var. Cumartesi günleri 8 saat, bazen de pazar günleri yine 8 saat fazladan mesai oluyor.
Burak BAĞÇECİ
Yıldız Teknik Üniversitesi
Okullar tatile girdiğinde okuldan bir arkadaşımla Esenyurt’taki Ardacam fabrikasında çalışmaya başladık. Paraya da ihtiyacımız vardı ama parayı daha rahat işlerde çalışarak da kazanabilirdik. Biz hem para kazanmak, hem de bunu yaparken dünyayı değiştirici gücüne inandığımız, ama yeteri kadar tanımadığımız işçilerin arasında yaşamak, ama onlar ne yaşıyorlarsa aynısını yaşamak istedik.
FABRİKADA 10 SANİYE BOŞ DURMAK YOK
Fabrikada 4 bölüm var. İmalat, soğutma, boyahane ve paketleme. Ben paketlemede çalışıyordum. Yapılan işin niteliksizliği nedeniyle en kolay, ama en yorucu bölüm. 10 saat aynı yerde dikiliyorsun ve ustan sana başka iş verene kadar da aynı işi bazen saatlerce yapıyorsun. Diyelim ki çalıştığın masada cam kalmadı ve ustanın camı paletten alıp, kontrol edip sana vermesi için 10 saniye beklemek zorundasın. Masada iş yok ama 10 saniye bile bekleyemezsin, sildiğin camları tekrar silmelisin. Eğer amirler seni boş görürlerse yiyeceğin hakaretin haddi hesabı yok! 10 saat dediysek, normal günlerde 10 saat. Hafta içi 2 gün 5’er saat fazladan mesai var. Cumartesi günleri 8 saat, bazen de pazar günleri yine 8 saat fazladan mesai oluyor. Tabii isteğe bağlı olması gereken bu mesailer pratikte zorunlu. Kalmayacaksan vardiya amirinin kabul edebileceği bir bahanen olmalı.
İŞÇİNİN GÜVENLİĞİ AMİRİN UMRUNDA DEĞİL
Hafta içi mesaisini şöyle anlatayım: Sabah 8’den gece 11’e kadar pis, tozlu ve gürültülü bir ortamda, sürekli ayakta çalışıyorsun. Koca gününü çalışarak bitiriyor, doğru düzgün uyuyamıyorsun. İş güvenliği amirlerin umurunda değil. Hatalı tabakları kırarken kullanılması gereken gözlükler işçilere verilmiyor. Kumaş eldiven pahalı olduğundan çok nadir veriliyor, plastik eldiven kesiklerden korumuyor. Gerçi tabakların yere düştüğü, paletlerin devrildiği, yani camların adeta havada uçuştuğu bir ortamda elinizin kesilmesi sorun bile olamayacak kadar sıradan. İşçilerin politika hakkındaki konuşmaları genelde farklı görüşteki işçilerin birbirlerine takılmaları şeklinde oluyor. Fabrikadaki sorunlarsa hep konuşuluyor. Çayı işçilerin demlemelerinden sendikasızlığa, prim adaletsizliğinden müdür ve amirlerin işçilere karşı tavırlarına kadar her soruna işçilerin tepkisi var. Ancak tüm bu tartışmalar en sonunda “Bu fabrikadan bir şey olmaz, kimse ses çıkarmıyor” gibi cümlelere bağlanıyor. Bunun da belli sebepleri var. Hem Ardacam fabrikasının, hem de Ardacam’da çalışan tek tek işçilerin geçmişlerinde bir mücadele geçmişi ve geleneği yok. Örneğin ortalama bir Tofaş işçisinin sorunlar karşısında aldığı tavırla ortalama bir Ardacam işçisinin aldığı tavır arasındaki fark biraz da buradan kaynaklanıyor. Nasıl örgütleneceklerini, nasıl mücadele edeceklerini az çok bilse de kendileri tecrübelememiş işçiler, sorunlarının çözülebileceğine dair bir inancı ya hiç taşımıyor, ya da bunu çok zor ve riskli gördüğünden taşın altına başkalarının el koymasını bekliyor.
'HEPİMİZ İŞÇİYİZ, HİÇBİRİMİZİN BİRBİRİNDEN FAZLA PARASI YOK'
Bunlara ek olarak, paketlemede vasıfsız işçilerin istihdamı kısa zamandır işçi olarak çalışan, henüz tam işçileşememiş, hala feodal düşünen işçileri yaratıyor. Ancak sınıfın en geri bileşenini oluşturan bu grupta bile proleter bilincin nüvelerini görebiliyorsunuz. Örneğin zihinsel engelli bir işçi, diğer işçilerden kendisine abur cubur ısmarlamalarını istediğinde, ustasının “Hepimiz işçiyiz, kimseden bir şey isteme, hiçbirimizin birbirimizden fazla parası yok” diyerek uyarması aklıma geliyor. Veya mesai tartışılırken benim ustamın “Hep birlikte kalmıyoruz deyin bakalım bir daha zorunlu tutabiliyorlar mı?” demesi, ya da Kürt, Türk ve Bulgar göçmeni işçilerin çalıştığı masada ırkçılığın ne kadar kötü bir şey olduğunun konuşulması, bir Türk işçinin “Hepimiz aynı masada çalışıyoruz. Hepimizin borcu var. Asgari ücret hepimize aynı değil mi, daha ne?” demesi de aklımda kalan anlardı.
İŞÇİLER ÖZLEMLERİNİN BİR OLDUĞUNU ANLAMAYA BAŞLIYOR
Fabrikada beni en çok şaşırtan şeylerden birinin kimliklere hoşgörü olduğunu söylemem gerek. Kürt, Türk ve göçmen işçilerin birbirleriyle olan samimi diyaloğu gibi, eşcinsel bir kadın işçinin fabrikada bir sorun yaşamaması da dikkatimi çekmişti. Daha tam işçileşememiş, ideolojik olarak da düzene yedeklenmiş işçilerin kimliklere böyle hoşgörülü olmasının altında yatan sebebin “sınıf olabilme” ve “dünyayı emek-sermaye çelişkisi ekseninde yorumlayabilme” olduğunu tabii ki söyleyemeyiz. Esas sebep o işçilerin yıllardır günlerini birlikte geçiriyor oluşu bana göre. İşçiler birbirlerini tanıdıkça seviyor, dertlerinin, özlemlerinin aslında ortak olduğunu anlamaya başlıyor.
1 ayın sonunda işten ayrıldım. Fabrikadaki son günümde, beklemediğim bir içtenlikle veda ettiler bana. Günün tamamını birlikte çalışarak geçiren yüzlerce insan kendiliğinden bir aileye dönüşüveriyor zaten. Ve yalnızca 1 ayda bile kendinizi içlerinde buluyorsunuz. Çünkü hepsi, sizin ilk gününüzün sonunda yürüyemeyecek kadar yorulduğunuzu görüp kendileri ilk günlerinde acıdan ağladıklarını anlatıyor. Birinin çocuğu olduğunda herkes o sevinci kendi yaşadığı zamanı anımsıyor. Veya biri ev kredisini nasıl ödeyeceğini düşünürken herkes bunun insana nasıl hissettirdiğini biliyor. Burası gerçek bir aile, ne mutlu yollarını bu güzel aileyle birleştirenlere.
Fabrika büyük oranda ihracat yapıyor. Fransa, ABD, Almanya, İsrail gibi ülkelere butik tabaklar üretiyor. Günde binlerce tabağa 70 Euro etiketi vuran bir işçinin 70 Euro kazanabilmesi için 4 gün çalışması gerekiyor.