Yardımcı doçentleri neden kimse sevmez?
Yaklaşık 200 yıldır üniversiteler dünyada, farklı düzeylerde, kapitalist üretim biçimine eklemlenmiş kurumlar.
Kıvanç Yiğit MISIRLI
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Araş. Gör.
Erdoğan’ın üniversitelerde yardımcı doçentlik ünvana dair sözleri ve ardından YÖK’ten gelen açıklama, kısa süreli de olsa üniversitede çalışma rejimine dair bir tartışma başlattı. Bu yazı iki hatırlatma yapmayı hedefliyor: Birincisi, eldeki tartışma hiç de yeni değil. İkincisi, tartışmanın üniversite alanında nitelikli bilgi üretimi, bu bilginin yayılması ya da üniversite bileşenlerinin ihtiyaçları ile ilgisi yok.
Yardımcı doçentlik pozisyonu 1981’de yükseköğretim kurumlarını tanımlayan ve çalışma biçimini belirten 2547 sayılı yasa aracılığıyla ortaya çıktı. Nitekim o zamandan bu yana idari bir unvan olması yanıyla öne çıkıyor. Yaklaşık 200 yıldır üniversiteler dünyada, farklı düzeylerde, kapitalist üretim biçimine eklemlenmiş kurumlar. Yani üniversite personelinin akademik unvanı, çalışma koşulları, zaten işin başından beri, sınıf mücadelesinin genel seyri çerçevesinde yürütülen mücadelelerin sonucunda şekilleniyor.
ÜNİVERSİTENİN GÖRÜNMEZ AKADEMİK İŞÇİLERİ
Bu tartışmaya farklı müdahalelerde bulunulduysa da iki tanesi emek süreci ve üniversitenin işlevine dair en doğru noktalara işaret etti. İlk olarak, Görkem Doğan, Bianet’e verdiği röportajda eldeki tartışmanın kamu personeli açısından lojistik yanına dikkat çekti. Doğan’a göre ilgili statünün ortadan kaldırılmasının bir faydası yok. Daha önemlisi, eğer eldeki personel kısıtıyla ilgili bir sorun idi ise, hukuksuz biçimde kamudan ihraç edilen bilim emekçilerinin görevlerine iade edilmesi bu sorunu çözmek için yeterli bir adım. İkinci yerinde müdahaleyi Evrensel’deki yazısında Murat Birdal yaptı. Birdal, yardımcı doçentlik statüsüne hâlihazırda neden ihtiyaç duyulduğu sorusundan hareketle üniversitenin görünmez akademik işçileri, araştırma görevlileri özelinde, bilimsel nitelik ile çalışma biçimi arasındaki ilişkiyi hatırlattı. Yardımcı doçentliğin günümüzdeki fiili işlevi, ortaya çıkarken niyeti ne olursa olsun, doktorasını tamamlamış araştırma görevlilerinin iş tanımı daha net bir alan tanımlamaktır.
Tartışmanın hiç ses bulmaması, tam da bu yüzden, oldukça normal. Önemli ölçüde AKP’nin OHAL zorbalığıyla da ilgisiz. Durumu üniversitenin bir kurum olarak dönüşümüyle, üniversite emekçilerinin işçileşme süreci ve bu sürece verdikleri tepkiyle anlamak daha doğru olacaktır. Kamu üniversitelerinin sermaye; akademik ve idari personelin ise amirlerinin boyunduruğuna girmesini hedefleniyordu. Akademik personelin bilimsel niteliğini, yürütülen proje ve yapılan yayın sayısına indirgemek, “akademik performans ölçütlerini” üretmek bu hedefin bir parçasıydı. Bu süreç iktidar bloğu içindeki çatlama ve üniversite emekçilerinin mücadelesi aracılığıyla geçici olarak bertaraf edildi. Hatırlayalım, bir yanda vakıf üniversitesi sahibi sermayedarlar ve Gülen Cemaati, mütevelli heyetleri tarafından yönetilen bir kamu üniversitesi düzeni tahayyül ederken; Erdoğan daha da merkezileştirilmiş bir YÖK planlıyordu. Bu iki yorumun farklarından ziyade emek düşmanı niteliğine yoğunlaşan üniversite mücadelesi ise iş güvencesi ve idari özerkliğin toplum yararına bilgi üretmek için birincil koşul olduğu iddiasıyla hareket etti. Yani elimizdeki iş güvencesini tembellik ve kaynak israfıyla eşitleyen; emeğin ürettiğini de mübadele değeriyle sınırlayan bir bakış açısına karşı akademik özgürlüklerin temeline iş güvencesini koyan, ürettiği hizmetin -yani bilginin- kamusal yararını öne çıkaran bir yaklaşımdı.
Yardımcı doçentlik unvanının kaldırılmasına yönelik şimdilik muğlak çalışmalar, siyasal iktidarların son 40 yıllık sicilinde, üniversitede idari özerkliği ve iş güvencesini ortadan kaldırmak adına devam eden bir saldırının son salvosudur.
SALDIRILARIN ELBETTE NEDENLERİ VAR
Bu saldırının üç sebebi var. Birincisi, genelde eğitim özelde ise yükseköğretimin, Türkiye gibi ülkelerde, tam anlamıyla piyasalaştırılamamış son alanlardan olmasıdır. Unutmayalım neoliberal retoriğin işe koşulduğu ilk yerlerden biri, New York belediyesinin batması sonrasında, New York Şehir Üniversitesi idi. Okul ücretlerinin artışı ve iş güvencesinin tırpanlanmasının sonucunu bu yıl içinde açlık grevine çıkan Yale Üniversitesi lisansüstü öğrencileri/araştırma görevlilerine sorabiliriz. Bilgi Üniversitesi’ni satın alan Laureate gibi ulus ötesi şirketler ya da ardı ardına vakıf üniversitesi açan sermaye grupları, yükseköğretimin kârlı bir yatırım alanı olduğuna iknalar. Onların diliyle “emek maliyetlerini” düşürmek, emekçileri “disiplin altına almak” için iş güvencesini ortadan kaldırmak gerekir. Araştırma görevlileri ve yardımcı doçentler buradaki en kolay hedefler.
İkincisi, bu saldırıların devamlılığı, üniversite içindeki kurulu güç ilişkilerinde, dar “iktidar” alanlarına sahip statülerin varlığını sürdürmesinin de önkoşulu haline geldi. Böyle bir piyasalaşma baskısının öncü sonuçlarını, üniversite-sanayi işbirliği, akademik personelin kurum dışından finansmanı sağlanan projelere “teşvik edilmesi,” örgün öğretimdeki nitelik kaybı ve kapasite aşımı ortadayken açılan ikinci öğretim ve tezsiz yüksek lisans programları şeklinde görüyoruz. Bu işbirliğinin devamlılığı, akademik personelin kendi konumunu koruması için bir zorunluluk haline gelirken, kamu hizmetinin gerektirdiği görevler ise akademik hiyerarşinin altındaki bilim emekçilerine devrediliyor. Bu emekçiler sadece kendi bilimsel gelişmelerinin değil, üstlerinin “bilimsel” gelişmesini de üstlenmiş oluyor. Kurum içi hiyerarşiden kaynaklanan bu “sömürü” ise üniversite bileşenlerinin üniversite siyasetine katıldığı, iş tanımının net olduğu bir ortamda sürdürülemez.
Üçüncüsü, bilimsel bilginin üretim ve dolaşıma girmesinin zamanı, piyasanın zamanıyla aynı değil. Bilimsel bilginin zamanını, hızını; piyasanın zamanına göre tanımlamak, akademik unvanları bu şekilde dağıtmak bütün üniversite bileşenlerine ve evrensel bilgi dağarcığımıza zarar vermektir. Nobelli fizikçi Peter Higgs, ödüle gerekçe görülen katkısı, 1964 tarihli çalışmasından bu yana ondan az makale yayınlamış. The Guardian’a verdiği mülakatta, “bugün olsa akademik bir iş bulamazdım, o kadar basit” diye bilim emekçilerinin üzerindeki yayın baskısını ve buradan ölçülen akademik başarı ölçütlerini eleştiriyor.
Bu üç tespitten hareketle başa döneyim. Eldeki tartışmayı da üniversitenin kamusal niteliğine karşı yürütülen saldırının küçük bir adımı olarak görmek gerek. Çokça konuşmadığımız bir başka parça ise, çalışma arkadaşlarını KHK listelerine yazmaktan, düzmece soruşturmaları yönetmeye, akademik yükselme ölçütleri adı altında sermaye ve iktidarla işbirliği yapanlar. Bunun da basit bir sebebi var. Üniversite YÖK kurucularını, muktedir işbirlikçilerini değil onların hedef aldıkları mücadeleci bilim emekçilerini hatırlar.