Anıl Mert Özsoy: Dünyada yaşananlara sadık kalmak istedim
Vedat Aydemir, Anıl Mert Özsoy’la ‘Korku yokuş aşağıydı’ kitabını konuştu.
Vedat AYDEMİR
İstanbul
Anıl Mert Özsoy, ilk öykü kitabı “Korku Yokuş Aşağıydı” ile okurların karşısına çıktı. Doğan Kitap etiketiyle çıkan, “Eve dönemeyenlere” ithaf ettiği kitap, 14 ayrı öyküden oluşuyor. Özsoy, Gazeteduvar.com internet haber sitesinde çalışan bir gazeteci. Bu yüzden öykülerindeki gerçeklik, beni “Mesleğin, öykülerdeki karakterleri oluşturmanda yardımcı oldu mu?” sorusunu yöneltmeme sebep oluyor. Öykülerin gerçeğe dokunması, sokağın içinden, gündelik hayattan ve dilinden oluşması, “Türkiye edebiyatı genç bir öykücü kazandı” dedirtiyor.
Özsoy’un, cümlelerin her biri üzerinde titizlikle durduğu ilk bakışta fark ediliyor. Bu sebeple; “İnsan nefret ettiği yoldan en az bir kere geçer. Tabi bu geriye dönüşte olabilir”(s.35), “Kimsenin geçmediği bu sokakta ‘yere izmarit atarsam ayıp olur mu?’ diye düşünmesen kötü bir insan olabilirdin”(s.36) gibi aforizma niteliğinde cümlelerle sık sık karşılaşmak mümkün.
Anıl Mert Özsoy ile “Korku Yokuş Aşağıydı” üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Hem sokağı hem de öyküleri konuştuk.
İlk öykü kitabın hayırlı olsun. Ne zamandan beri üzerinde çalışıyordun? Yazarken kitap olarak yayınlama planın var mıydı?
2014 yılında başladım yazamaya. 2016 Nisan’da da bitti. Okur karşısına çıkmayı hayal ederek, bu durumun verdiği bilinçle ya da yarattığı tedirginlikle yazmadım. İlk zamanlar kitap olarak yayımlama fikrim yoktu. Daha sonraki süreçte öykülerim dergilerde yayımlanmaya başladıkça özgüven kazandım ve edebiyata emek veren herkes gibi bir kitaba sahip olma hayali kurdum.
‘KARAKTERLERİ HAYATIN İÇİNDEN SEÇMEYE ÖZEN GÖSTERDİM’
Nasıl başladın yazamaya? Bir birikmişlik mi var mıydı? Tanıdığın, gördüğün insanların hayatlarını anlatma istediği… Çünkü hikayeler, gerçek insan öyküleri izlenimini çok iyi veriyor.
15 yaşından bu yana yazdığım şiirler, denemeler var. Alevi bir aileden geliyorum. Sazın, sözün içinde büyüdüm. Bazen anneannemle oturup geçmişi konuşurken onun anlattığı şeylerin büyülü olduğunu düşünürdüm. Bir süre sonra okuma yelpazem genişledikçe, örneğin Latife Tekin, Marquez gibi, aslında tam da edebiyat, anlatma sanatının ortasında olduğumu farkettim. Bu durum benim yazıyla, imgeyle, sesle olan ilişkimi ilerletti ve üzerine düşünmeye, üretmeye başladım.
Yazdığım karakterleri hayatın içinden seçmeye özen gösterdim. Yazarın çağına karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Toplumsal bellek oluşumunda sanatın yeri yadsınamaz. Edebiyat bunu en iyi yapabilecek sanat dalıdır, diyebilirim kendi adıma. Bu bağlamdan bakınca da gerçekliğin dışına çıkmak anlatmak istediğim temalara ve karakterlere karşı haksızlık olacaktı. Hayatın içinden seçtiğim karakterlerin ortak teması da, toplumun gözünde yok sayılmış, devletin görmezden geldiği karakterler oldu. Hayatla kendim arasında kalıp o vicdan muhasebesini yapınca da Korku Yokuş Aşağıydı ortaya çıktı.
EVE DÖNEMEYENLERE...
“Eve dönemeyenlere…” ithafıyla başlıyor kitap. Senin için kimdir bu “Eve dönemeyenler”?
İthafın bu kadar dikkat çekeceğini beklemiyordum açıkçası (Gülüyor). Tamamıyle öykülerin ruhu, benim o dönem yaşadığım hayat ve sokaktaki insanların eve dönememe mefhumu bu ithafı yarattı.
Ev imgesel olarak aileyi çağrıştırıyor benim anlayışımda. Yazdıklarımda aile mefhumu, kendini parçalayan, faşizmin, şiddetin başladığı yer olarak kendini var etti. Eve dönmek, tüm bu negatif durumları yok etmek içindi.
Tabii bunların yanı sıra, ülkede evlerinden alınan, bodrum katlarda katledilen insanların haberlerini okuyoruz. Faşizm, insanları en mahrem yerlerinden vuruyor. 21 günlük bir bebeğin babasını alıp 6 gün sonra bırakırken hiçbir vicdan muhasebesi yapmayabiliyor.
Çokça canımızın yandığı, kardeşlerimizin sokak ortasında dövülerek öldürüldüğü, çocukların babalarını beklediği günlerde başka kime ithaf edilebilirdi ki? Elbette “Eve dönemeyenlere” olmalıydı.
Öykülerinde genel olarak iki şehir ön plana çıkıyor: İstanbul ve Ankara… Sende de iz bırakan şehirler mi?
7 yıldır İstanbul’da yaşıyorum ve üzerimde yoğun bir etkisi oldu. Ankara ile olan ilişkim ise daha efsunlu. Ailemizin ilk kurulduğu şehir olma özelliği var. Otobiyografik bir yansıması oldu yazdığım metinlere.
Ankara’nın edebi birikime olan katkıları beni her zaman çok etkilemiştir.
İstanbul denizse Ankara içinde gizli saklı sigara içtiğim vapurdur.
Öykülerde sokağın sert dili ön plana çıkıyor. Bu senin hayat ile olan kavganla da alakalı mı? Öykülerde sürekli bir çatışma hali var.
Anlattığım hikayeler sokak hikayeleri ve yazarken o dünyada yaşananlara sadık kalmak istedim. Anlattığım atmosferin ruhuna, karakterlerin hassasiyetlerine, önem verdiği şeylere sadık kalıp hikayeyi gerçek bir noktaya taşımak istedim. Romantize edip o asıl yaşananın önüne geçip baltalamaktan uzak durmaya çalıştım. Anlattığım öykülerin sert olmasının en temel sebebi, bugün sokaklarda, arka mahallelerde yaşanan trajedinin sertliğiyle doğru orantılı. Hayat ile bir kavga içerisindeyim. Tüm baskı organlarına, faşizme karşı verdiğim bir mücadele var. Bunun yazdığım metinlere de yansımasını istedim. Çatışma, özellikle varoşlarda daha sert yaşanıyor ve insanların dili de maruz kaldıkları durumla ilişkili olarak yer yer sertleşiyor.
‘GÜÇLÜ BİR DİL YARATMAYI ARZULADIM’
Okuyucu olarak kitap okurken cümlelerin altını pek çizmem ama senin kitabında yaptım. Özellikle aforizme niteliğinde cümlelerini çok beğendim…
2000’li yıllardan itibaren Türkçe öyküde yeni bir dil var olmaya başladı. Kimi yazarlar 50’li yılların sade anlatısına sadık kalmaya devam ederken kimi yazarlar da geleneği yıkıp ama çokça da beslenerek yeni bir dil inşa etme çabasına büründü.
Yazdığım metinlerde güçlü bir dil yaratmayı arzuladım. Dilin sonsuzluğunun ve gücünün farkında olarak anlatmak istediğim hikâyeleri güçlü bir dille buluşturmaya çalıştım. Bu noktada imgesel, sezgisel ve ritmik cümleler kendi kendini var etti.
İyi bir kitap çıktı ortaya… Artık daha iyi şeyler bekleyecek okuyucular. Yazdığın şeyler var mı hazinende?
Yazdığım öyküler var. Tabi onların daha zamana ihtiyacı var. Daha politik, kadınların özne olduğu öyküler olacak.
Kendini de böyle mi tanımlıyorsun? Gerçek hayattan… Bu öyküleri bir kategoriye koyacaksak gerçek hayat mı diyeceğiz? Ya da sokak edebiyatı mı denir?
Açıkçası edebiyatı çok bölemiyorum. Hep bir tarafıyla unutulmuş, görülmek istenmeyen, arkada kalmış insanlar olacak. Görünen insanları anlatan çok yazar var. onları okuyan çok insan da var. Ama benim derdim arka tarafla.
‘KOD ADI AYLA’
En fazla üzerinde durduğun öykü hangisiydi?
“Kod Adı Ayla” öyküsü. Çünkü bir yere kadar sadece bir durum üzerinden ilerledim. Çatışma noktam aile ve dostluk kavramlarıydı. Temelinde yıkılmış parçalanmış bir aile var ve ölüme giden üç kişi... En çok anlatmak istediğim, içime en çok sinen öykü oydu. Yıllar sonrasına kalmasını çok isterim.
‘RİTMİ OLAN BİR DİL YAKALAMAK...’
Kültür sanat editörüsün sen de. Çok fazla yazarla kitap röportajı yaptın. Sen bu kitabın yazarına ne sorardın? Ne cevap verirsin?
Hakikatten hiç düşünmedim…(Gülüyor) Dildeki ses oyunlarını sorardım. Bu ahenk ve metinlerdeki ritme neden bu kadar düşkün diye sorardım. Benim üzerinde en çok durduğum şeylerden biri de oydu. Ritmi olan bir dil yakalamak...
ÖYKÜYLE DÜŞTÜM YOLA
Bu karakterlerden roman da çıkabilir. Derinliği olan hikayeler. Yoksa “Ben öykücüyüm” mü diyorsun?
Öyküyle düştüm yola. Bir süre birlikte devam etmek istiyorum.
‘İLK KİTAPTIR GÜNAHI VARDIR’
Okuyucuya bu kitabı nasıl tarif edersin?
Vicdanlarında bir yerde kendileriyle hesaplaşabilirlerse benim için kafidir. İlk kitaptır günahı da vardır. 20 yıl sonra bu kitaptan bir satır cümle hatırlansa benim için dünyanın en büyük mutluluğu olur.