23 Temmuz 2012 09:44

Üç taş: Kürt sorununda faili meçhullerden tutuklamaya

Müge Tuzcuoğlu

Gökten üç taş düştü;
İkincisi Mardin Nusaybin’e düştü. Bu taş da 1996 Eylül ayında Diyarbakır Cezaevi’nden fırlatılmış, işkence haykırışları arasından. Sabire 7 yaşındaymış. Annesi de hamile. Cezaevinde 10 kişiyi öldürmüşler, işkencede. Sabire, çalışmak için okulu bırakmak zorunda kalmış. Kardeşi doğmuş. Sabire, çocuk olduğu için kimse onu işe almamış. Sonunda pamuk balyalarını yerleştirme işini bulabilmiş, boyu yetmemiş, ayaklarının altına tahta kasa bırakmış, boyu öyle yetişmiş. Kardeşinin adını Zindan koymuşlar.
Gökten üç taş düştü;
Üçüncü ama sonuncu olmayan bu taş da, Diyarbakır’a düştü. Bağlar’ın tam ortasına. O taş, Suriçi’nden havalanmış, Alipaşa’dan. Zeynep 17 yaşındaymış o zaman. Babasının işten dönmesini bekliyormuş. Kendisi değil, haberi gelmiş önce. 1993’de saldırmışlar, hastanelik etmişler babasını. Babası hala o yüzden tedavi görüyormuş. Zeynep ona her baktığında, sevdiği babasını değil, yüzü gözü kanlar içindeki babasını görüyormuş.
Cezaevine içeriden bakmak... ‘Suç’a içeriden bakmak... Suçun niteliğini, onun karşısında verilen cezayı içeriden değerlendirmek... Neyi değiştirir? Savcının-hakimin ulaşamadığı ne var burada? Onların sormadığı?
İnsana, hayatlarına, yaşadıklarına bakınca suçun tanımı ve karşılığı değişir mi? ‘Tahrik’ olgusunu içeren düzenlemeler var; peki bir çocuğun babasının öldürülmesinin ardından kalan hayatında yaptıkları ‘ağır tahrik’ kapsamına girer mi?
Kürt sorunu ile adlandırılan sürecin; en iyi niyetle, hesaplayamadığımızı söyleyebileceğimiz, o kadar çok yönü var ki! Silahların, göçlerin, ölümlerin, öldürmenin, öldürmeye göndermenin arkasında o kadar büyük dinamikler gizli ki! Bu dinamiklerin; kadının, çocuğun, erkeğin, yaşlının ve bütün bir toplumun hayatında tetiklediği çok fazla alan var. Bu alanların, toplumu değişime zorlaması, değişim isteği çok olağan. Çünkü eski hayatlarından eser kalmadı! Eski hayatından köyü, ailesi, çalışma yaşamı, kültürel yaşamı kalmayan bir bireyden ve bir toplumdan aynı hayatına, aynılığına, susarak devam etmesini kimse bekleyemez. Eskiyi büyük bir güçle yıktığınızda, kimse, onun yeniyi kurmaya çalışmasına, canı pahasına yeni için uğraşmasına şaşıramaz. Eski ailesi yerine, yeni rollerle yeni bir aile kuracaktır. Eski köyü yoksa, kentte, kendine yeni bir mekan yaratacaktır. Eski çalışma alanından yani toprağından koparılırsa, kentlerde yeni iş alanları açacaktır, kent yasallığı buna izin vermezse, bunun sınırlarını zorlayacaktır. O kişi, eskisinden koparıp aldığınız o toplum kendine yepyeni bir hayat kurmak için uğraşacaktır.
Faili meçhul cinayetlerle alınmıştı eski hayattan. Ve yine aynı yolla, suskunlaştırmaya değişim dinamiğine karşı sesler kıstırılmaya çalışılmıştı. Bir kurşun sıkılırken, sadece ‘o an’ hesap edildi. Basında ‘şu kadar terörist öldürüldü’ şeklinde haberlerle kamuoyu bilgilendirildi; hem de tutulan kayıtlarda o yıl öldürülen kişi sayısına bir artış olarak eklendi. Geride kalan aile, o ev, sokak ve neticesinde o toplum olarak değerlendirilmedi.
Şimdi, toplu mezarlar açılacak deniyor, adımlar atılmaya çalışılıyor. Bir mezarın açılmasını bile dört gözle bekleyen yüzlerce-binlerce aile var. Peki o bekleme sürecinde yaşananlar? O bekleme süreciyle birlikte büyüyen çocuklar, kurulan hayalleri nereye koyacağız?
Bilmeliyiz ki, savaşı başlatanların ardından gelen kuşakları; bu değişim dinamikleri ve bekleme süreçleri yönlendiriyor, besliyor. O hikayelerle, yaşanmışlıkla büyüyen kuşaklardan bahsediyoruz. Her ne kadar, ‘90’lar bitti, artık çözeceğiz’ nidaları atılsa da; bunun psikolojik açıdan şiddetle örülmesi (fiziksel işkencenin psikolojik işkenceye dönüştürülmesi; sokak ortasındaki faili meçhullerin Roboski gibi, eylemlerde silah veya gaz bombaları gibi doğrudan ölüme götüren araçların şiddetle kullanılması veya cezaevlerinde sağlık hakkının tanınmadığı yerlerde ölüme sürüklenmesi gibi yöntem değişiklikleri) devam etmektedir. Kimse 90’ların bittiğini iddia edemez. 90’ların sürümü ve sonucu tüm ağırlığıyla devam etmektedir. Çünkü bu sürecin en başında taşlar fırlatılmıştı. 90’ların başında taşlar fırlatılmıştı. Havada dolandı dolandı ve Kürdistan’ın il ve ilçelerine düşmeye başladı. Biz bu taşlarla ne yapacağımızı bilemedik, hiçbirimiz anlamadık. Biz anlamlandıramadıkça yeni taşlar düşmeye başladı. Çocuklardan ve kadınlardan. Çocuklar gibi kadınlar da taş atıyordu, bunu göremedik.
Ehlam da, Sabire de, Zeynep de çok küçüktü 90’larda. Üçü de en yakınlarından-babalarından yaşamışlardı benzer olayları. Üçü de bir zamanlar faili meçhuller yaşatan Kürt sorununun bugün geldiği aşamadır. Babaları öldürülen ikinci kuşak... Bu sefer onlara dönmüştü, bu sorunun ağırlığı. Atılan taşların hesabı sorulmaya başlandı bu sefer de. Anlamadan, sorulmadan, dinlenmeden...
Ehlam da, Sabire de, Zeynep de taş attığı gerekçesiyle bugün cezaevinde. Faili meçhullerle çözülmeyen bu sorun, bugün oğullarını, kızlarını, cezaevine atarak bu sorunu çözmeye çalışıyor. Öldürdüklerinin oğullarını ve kızlarını...
Bir ölüm hala suç sayılmazken, bir taş için cezaevindeler. Hiçbiri, babalarının yaşadığı olayın ardından kimsenin cezalandırıldığını görmemişken, ellerinde taşla çekilen fotoğraf için 6 yıldan başlayan cezalar alıyorlar. Bir kurşun, bir taş... İnsana sıkılan kurşun için henüz ‘suç’ kapsamında bile konuşmaya başlamamışken, devlet görevlisine atılan taş ‘suç’ ve anında cezayı getirebiliyor.
90’ları 90’larda bırakamadık. 90’larda yaşadıklarımıza hesap soramadık. ‘Neden öldürüyorsun’ diye soramadık mesela. Düşman bellediğimizden gelmişti çünkü kurşun. Belki önce ‘taş’ı çıkarabiliriz düşman olgusundan. Sorabiliriz ‘neden’ diye. Belki bize bir yol açılır ‘kurşun’ için de... ‘Yeter’ diyebiliriz artık.
Yeniden cezaevine içeriden bakmak. ‘Suç’a içeriden bakmak... Suçun niteliğini, onun karşısında verilen cezayı içeriden değerlendirmek. Neyi değiştirir? Savcının-hakimin-hukukun-adaletin ulaşamadığı ne var?
Üç taş! Üç hayat var!

*Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi

Evrensel'i Takip Et