Diyarbakır'ın yiten 'Sur'eti
Neval Oğan Balkız, Sur'da devam eden yıkımı yazdı: 7 bin yıl orada barınan zaman, hafızasını da alıp göçüyor... (Fotoğraf: Hasan Akbaş)
Neval OĞAN BALKIZ*
Bazı kentler vardır.
İlk görüşte sırtını döner size.
Kendini içine büker, saklar.Bir türlü içine almaz.
Bazı kentler vardır, görmek istediğiniz yüzünü gösterir yalnızca, ne yana dönseniz aynı şeyi görürsünüz hep. Bir türlü bağrına basmaz.
Ama,bazı kentler vardır… Havasında; kadim zamanlardan sonsuza uzanmış gibi daima asılı duran, derin bir özlem birikmiştir. Kent, o özlemle gözlerinizden kalbinize sızar. Sokak sokak, nehir nehir, cadde cadde içinize akar. Sımsıcak sarmalar sizi. Biraz mahcup, ama mağrur bir tavırla, yaralı yerlerini gösterir size, güzellikleri ile örtmeden onları sarmanızı, derman bulmanızı bekler.Göz göze geldiğinizde, hiç bir atlasta bulunmadığı duygusu yaratır. Ancak dokunduğunuzda; hangi geçmişe, hangi şimdiye ve hangi geleceğe ait olduğunu çok iyi bildiğinize, bin yıllardır tanıdık olduğunuza inandırır sizi.
Diyarbakır, işte öyle bir kent.
Kalbini avuçlarının arasında tutar, burçları ihtişamlı nöbetçiler gibi duran, kalın duvarlı surlarının içinde saklar.Geçmişini dile vurmaz. Zamanın izini taşıyan her parçasında;çizik, çentik, oyma ve kakmalarında, kenet taşından yapılma kemerli pencerelerinin parmaklıklarında, markizli (saçaklı) kapılarının tokmaklarında, kesme taşlı dar küçelerinde (sokaklarında), bazalt taş kaplamalı cepheleri ile cumbalı evlerin havuzlu geniş avlularında, merdiven trabzanlarında, Hevsel Bahçelerinin her bir börtü böceğinde,Kırkgözlü Köprününkaranlığa fırlatılmış birer çığlık gibi duran gözlerinde, Kırklar Dağının toprağında, Dicle’nin suyunda, bu geçmişi“bir elin çizgileri gibi”¹ barındırır.
Hafızası söz olur.Öyle ki Mahmut Derviş’in dediği gibi; “sözcüklerden örülmüş bir kente dönüşür, “konuş konuş ki yol süreyim taştan taşa”² dedirtir. Taşlar, duvar olur; geçmişi, anıları, bugüne taşır, deneyimleri sünger gibi emer, biriktirir. Yaşamın önlerinden geçip gidişine bakar, her bir anlatısı, kentin tüm geçmişini içerir. Kadim zamanlardan bugüne yankısı kendisine sinmiş tüm renkleri, dilleri, dinleri, türküleri, ağıtları, sevdaları, ayrılıkları, kavuşmaları, mutlulukları, acıları, yıkılışları, dirilişleri, kahramanlıkları ve “hayınlıkları”, destanları, efsaneleriyle tüm mirasını, asaletle, her türlü hoyratlığa karşı korumak istercesine, onlara SUR olur, kollarının arasına alır.
Behram Paşa Camii ile Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi, Hüsrev Paşa Camii ile Protestan Kilisesi, Hz. Süleyman Camii ile Mar-Kozma Rum Kilisesi, Fatih Paşa Camii ile SurpGiragos Ermeni Kilisesi yan yana, iç içe varlıklarını sürdürüyorlar bu güvenli kollarda.
Surların çok parmaklı elleridir burçlar ve onlar, gökyüzünden topladıkları güneşi toprağına taşır Diyarbakır’ın. Bazaltın rengi bundandır, sanırsınız. Bu rengin büyüsü ile, imgelem dünyanızın perdesi aralanır.Mıgirdiç Margosyan’ın kelimelerinin izlerini sürer, onunla birlikte, çocukluğunda kalan masal kenti bulmak için, Hançepek(Gâvur) Mahallesi’nde³ bir gezintiye çıkarsınız. Sizi, dar küçelerin boşluklarında saklı kalmış, baco’ların sesleri, çocuk uğultuları ve onları bastırmak istercesine, giderek yükselerek yankılanan eşek toynaklarının sesi karşılar. Ve Sur orada, göğün altında, sarı, parlak bir düş gibi durur.
Bu düşün görüntüsünü gözünüze takar, İnönü Caddesinden Gazi Caddesine akan kalabalığa karışır, Ulu Camii’ye yönelirsiniz. Yüzünü acıdan umuda dönmeye çalışan bir kentin soluğu karşılar sizi. Çerezci, gümüşçü, saatçi, kuyumcu, manifaturacı, hazır giyimcilerin dizili olduğu bu caddede, yüksek sesle çalınan Kürt ezgilerine, Arapça ve Türkçe ezgiler karışır. İnsanlar bu ezgi armonisinin eşliğinde Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice ve Türkçe selamlaşır, alışveriş eder. Ulu Camii’nin avlusu içiçe geçmiş, birbirine sarmalanmış bu dillerin ahenkli seslerini içine çeker, güneş saatinin akrebinde, barış için biriktirir.
Gözünüzün içine bakarak size sokulan boy boy kızlı oğlanlı küçük çocuklar, sizi gerçekliğe taşır. Omuzları düşmüş, asla gözünüze bakmayan ve hep bir yere yetişmek telaşı içinde acele ile koşuşturan yaşlı-genç insanların aksine; yoksul görünümleri, çelimsiz bedenleri ve sayılamayacak kadar çok varlıklarıyla, hayatta olduklarını-birilerine inat- yüzünüze (gözünüze) haykırırlar. Siz, hayatın varsıllığı karşısında her yanı kuşatan bu yoksulluğun nedenlerini bir kez daha sorgular, insanlığın ortak onurunun ancak, nerede ve ne koşulda olursa olsun, her insanın onurlu bir yaşam olanağına kavuş(turul)ması ile gerçekleşebileceğini düşünür, benliğinizin bir parçasını orada bırakırsınız.
Aşırı göçlerle nüfusu artan kentin, bardaktan taşan suyun etrafa saçılması gibi, surların dışına taşan, dağılan yüzüne bakarsınız sonra. Bol katlı, bol renkli apartmanlar, geniş caddeler, alışveriş merkezleri, lüks kafeler, parklar ile avurtları iyice şişmiş, yabanıl bir yüz karşılar sizi. Bu duygular içerisinde; “ne anlatılırsa anlatılsın, hakkında hiçbir şeyin söylenmemiş olacağı kentlerdendir” Diyarbakır, diye düşünürsünüz.
RANTSAL DÖNÜŞÜM VE ‘SUR’ETİ YİTİRMEK
Ülkemizde, ekonomi politik bir araç olarak, sistematik hale gelen, zorunlaştırılmış “kentsel (rantsal) dönüşüm” adılı uygulamalarla, kentlerin kimlikleri yok ediliyor, sosyokültürel dokuları, ekonomik ve toplumsal yapıları, yerleşik ve geleneksel ilişkileridağıtılıyor. Bunun gerçekleştirilmesi için de; o kentin (ve/veya mahallenin), geçmiş tüm zamanlarda olup bitenlerle arasındaki ilişkileri koparılıyor, orada yaşayanların hayatları hakkında kendi kendilerine oluşturdukları, anlattıkları ve aktardıkları hikayeleri4, bu hikayelerin içinden geçtiği zamanıve ait oldukları mekanları,bu hikayeleri yaşatan evleri, sokakları sistemli bir şekilde sökülüp, dağıtılıyor. Kentlerin ve insanların, geçmişle kurdukları tek bağ olan hafızaları, siliniyor. Tüm tarihsel ve güncel bağlamlarıyla toplumsal hafıza, yeni bir yapısöküm yöntemiyle, gerçeklik boyutu olmaksızın inşa edilmeye çalışılıyor.
Ve geçmiş bir kez silindikten sonra, sözde masum görünen hiçbir gerekçenin, yaşam karşısında meşruiyeti kalmıyor.
Şimdi Sur’da, olağanüstü hal koşullarında alınan acele kamulaştırma kararı ile başlatılan rantsal dönüşüm kapsamında, evler, mahalleler boşaltılıyor, yıkımlar gerçekleştiriliyor!
Kentin tarihsel, sosyokültürel dokusu dağılıyor, yedi bin yıl orada barınan zaman, hafızasını da yanına alıp, oradan göçüyor. Diyarbakır ‘SUR’etini yitiriyor! “Kederi gözlerine hapsedip, acıdan, donuk bakıyor”5
İnsanlık bilincimizin ortak haritasında, kocaman kara bir delik daha oluşturuluyor.
* Yard.Doç.Dr. Hukukçu/ Akademisyen
Kaynakça
¹.Italo Calvino.,Görünmez Kentler,Çev.Işıl Saatçioğlu,Remzi,1990,İstanbul,s.21.
².Mahmut Derviş “Yolcuyuz Biz de”adlı şiiri, aktaran John Berger.,Kıymetini Bil Herşeyin,Metis, 2008, İstanbul.s.22
³.Mıgirdiç Margosyan. Gâvur Mahallesi , Aras , 19.Baskı. 2016
4.Büyük Rus yazarı AndreiPaltonov, hikaye oluşturma ve anlatmanın sırrını “hikaye, Çardan güçlüdür” şeklinde anlatır. Bkz. Aktaran J.Berger,a.g.e.s.91
5.Türkan Elçi