Obama, Trump, Clinton arasında fark var mı?
John Pilger’in ‘Vietnam Belgeseli’ üzerine analizinin ikinci bölümünü Prof. Dr. Ulaş Başar Gezgin’in çevirisiyle yayınlıyoruz.
John PILGER
johnpilger.com
Hiçbir şey değişmedi. Donald Trump, 19 Eylül’de, -insanlığı “savaş felaketi”nden korumak için kurulmuş bir yapı olan- Birleşmiş Milletler’de konuşma yaptığında, Kuzey Kore’yi ve onun 25 milyon insanını “tümüyle yok etmek için hazır, istekli ve gücü yeter nitelikte” olduğunu açıkladı. Onu dinleyenler şaşkına döndü, ama Trump’ın dili, olağan dışı değildi.
Başkanlık yarışındaki rakibi Hillary Clinton, İran’ı, 80 milyondan fazla olan bir halkı tümüyle “yerle bir etmek” için hazırlıklı olmasıyla övünüyordu. Bu, tam da, Amerikan Tarzı’dır; tek farkı, bu sefer örtük sözlerin olmamasıdır.
ABD’ye dönersek, sokaklardaki, gazetecilikteki ve sanatlardaki sessizlik ve muhalefetin yokluğu dolayısıyla şaşkına dönmüş durumdayım. Sanki “anaakım”da bir zamanlar hoş görülen muhalefet, yalnızca basit bir itiraza gerilemiş durumda: bu, mecazi bir yeraltına çekiliş.
Nefret dolu, “faşist” Trump’a karşı bir sürü çatlak ses ve öfke vardı, ama ve süregelen bir fetih ve aşırılık sisteminin semptomu ve karikatürü olarak Trump’a karşı hiçbir şey yoktu. 1970’lerde Washington’ı ele geçiren o büyük savaş karşıtı gösterilerin hayaletleri neredeler? 1980’lerde Manhattan sokaklarında hayatı durduran ve Başkan Reagan’ın Avrupa’daki nükleer silahları çekmesini talep eden hareketin dengi nerede? Bu büyük hareketlerin dimdik enerjisi ve ahlaki ısrarı, büyük oranda başarıya ulaştı; 1987’yle birlikte Reagan, Mihail Gorbaçov’la, fiilen Soğuk Savaş’ı sona erdiren Orta-Kapsamlı Nükleer Güçler Anlaşması’nı görüşmeye açtı.
Bugün, Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung tarafından ele geçirilen gizli NATO belgelerine göre, bu hayati anlaşma, “nükleer hedefleme planlaması arttırıldığı için” büyük olasılıkla iptal edilecekti. Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel “Soğuk Savaş’ın en kötü hatalarını tekrarlama” konusunda herkesi uyarmaktadır... Şöyle devam etmektedir: “Silahsızlanma ve silahlanma kontrolüne ilişkin olarak Gorbaçov ile Reagan’ın imzaladığı o iyi anlaşmalar büyük tehlike altındadır. Avrupa, bir kez daha, nükleer silahlar için bir askeri eğitim alanı olma tehdidiyle karşı karşıyadır. Buna karşı sesimizi yükseltmeliyiz.”
Ama Amerika’da değil. Geçen yılki başkanlık kampanyasında, Senatör Bernie Sanders’ın ‘devrim’ini destekleyen binler, bu tehlikeler konusunda toplu halde dilsizdirler. Amerika’nın tüm dünyadaki şiddetinin Cumhuriyetçiler tarafından, ya da Trump gibi mutantlar tarafından değil, liberal Demokratlar tarafından gerçekleştirildiği gerçeği, Amerika’da hâlâ bir tabu...
Barack Obama, çağdaş bir devlet yapısına sahip Libya’nın yok edilmesi de dahil olmak üzere yedi eşzamanlı savaşla, ki bu Amerikan başkanları için bir rekordur, bunun doruğuna vardı. Obama’nın Ukrayna’nın seçilmiş hükümetini devirmesi, istediği etkiyi doğurdu: Rusya’nın Nazilerin 1941’de istila ettiği batı sınırlarına Amerika yönetimindeki NATO güçlerinin yığılması...
Obama’nın ‘Asya ekseni’ ya da ‘Asya’nın merkeziliği’ adındaki politikası, 2011’de Amerika’nın deniz ve hava güçlerinin çoğunun Asya ve Pasifik’e aktarılması için işaret fişeği olmuş oldu, ki bunun amacı, Çin’le karşı karşıya gelmek ve Çin’i kışkırtmaktan başka bir şey değildi. Nobel Ödülü sahibinin dünya çapındaki suikast kampanyaları, tartışmaya açık bir biçimde, 11 Eylül’den sonra en kapsamlı terörizm kampanyası oldu.
ABD’de “sol” diye bilinenler, 2016 başkanlık seçimlerinde Rusya’nın hakkında bir kanıt olmayan, yalnızca iddia edilen müdahalesine dayanarak, Trump ve Vladimir Putin arasında bir barış anlaşmasına hoşçakal demek için ve Rusya’yı yeniden düşman olarak konumlandırmak adına, kurumsal iktidarın, özellikle de Pentagon ve CIA’nın en karanlık taraflarıyla fiilen ittifak halinde oldu.
Asıl skandal, hiç bir Amerikalı’nın oylama şansına bile sahip olmadığı kötücül, savaş çığırtkanı çıkar çevrelerinin iktidarı sinsice ele geçirmeleridir. Obama yönetimi sırasında, Pentagon’ın ve gözetim kurumlarının hızla yükselişi, Washington’da tarihsel bir iktidar kaymasını temsil etti. Daniel Ellsberg bunu haklı olarak bir ‘darbe’ olarak adlandırdı. Trump’ı yöneten üç general, buna kanıttır.
Tüm bunlar, Luciana Bohne’nin dikkate değer bir biçimde not aldığı gibi, “kimlik siyasetinin zehirli sularında turşuya dönmüş liberal beyinler”e erişmekte başarısız oluyor. “Çeşitlilik”, metalaştırılmış, pazar araştırması yapılmış olan, yeni bir liberal etiket; o, insanların cinsiyeti ve deri rengi ne olursa olsun hizmet ettiği sınıf değil: O, herkese düşen, tüm savaşları bitirmek için başlatılan barbarca bir savaşı durdurmak için sorumluluk da değil.
“Bu s.kko duruma nasıl geldik?” diye soruyor, Michael Moore, arka planda Büyük Birader olarak Trump’a karşı ilgisizlere yönelik bir güldürüde, kendi Broadway şovunda, ‘Terms of My Surrender’da (Teslimiyetimin Koşulları). Moore’un filmlerine, örneğin kendi memleketi olan Flint’teki (Michigan) ekonomik ve toplumsal yıkımla ilgili olan ‘Roger ve Ben’ ve Amerika’da sağlık hizmetinin bozulmasını soruşturan ‘Sicko’ adlı filmine hayranım.
Şovunu gördüğüm gece, neşeli eğlenceli izleyicileri, onun verdiği güvenle, “biz çoğunluğuz” diye bağırıyordu ve “yalancı ve faşist Trump’ın yargılanması” için çağrı yapıyordu. İletisi, aklını başına toplayıp Hillary Clinton’a oy verseydin, hayat daha öngörülebilir olurdu gibi görünüyordu.
Haklı olabilir. Trump’ın yaptığı gibi, dünyaya yalnızca kötülük yapmaktansa, Büyük Yerle Bir Edici, İran’a saldırmış olabilirdi ve Hitler’e benzettiği Putin’e füze atmış olabilirdi: Bu benzetme, Hitler’in istilası sırasında ölen 27 milyon Rusyalı düşünüldüğünde büyük hakaret.
“Dinle beni” dedi Moore, “hükümetlerimizin yaptıklarını bir tarafa bırakırsak, Amerikalılar dünya tarafından gerçekten seviliyorlar!”
Bunun üzerine ortama sessizlik hakim oldu.
-BİTTİ-
JOHN PILGER KİMDİR?
1939 Avustralya doğumlu John Pilger, dünyanın belli başlı haber ajanslarında çalışmış muhalif bir gazeteci ve belgeselcidir. Dünyada birçok çatışma bölgesinde muhabirlik yapmakla birlikte, uluslararası tanınırlığı, Vietnam-Amerikan Savaşı muhabirliği dolayısıyla doruğuna ulaşır. Batı’nın dış politikalarının ve saldırganlığının keskin bir karşıtı ve dünya ezilenlerinin herdaim dostu olmuştur. Batı’yı emperyalizmle suçlarken, kendi ülkesi olan Avustralya’da, yerlilere yapılanları da görmezden gelmemiştir. O, çeşitli gazetecilerin tersine, hem kendi ülkesinde hem de dünyada muhalif gazeteci olarak sivrilmiştir. Bugün Batı’da aslında neler olduğunu öğrenmek isteyenler, John Pilger’ı okuyorlar. Son dönem çalışmaları, ABD ve Çin arasındaki gerginliğe ayrılmış durumda. İki taraftan da güvenilir kaynaklara dayanarak, ABD’nin de Çin’in de birbirine karşı savaş tatbikatları yaptıklarını ve olası bir nükleer savaş için hazırlık içinde olduklarını ileri sürmektedir. Son belgeseli, bu konudadır. Pilger’ın sayfalar dolusu süren yaşam öyküsünü ve bir muhalif olarak insanlığa katkılarını özetlemek zor. John Pilger gibi beyaz olup da var olan dünya düzenine isyan eden ve üstelik sözünü dostuna da düşmanına da dinletebilen isimlerin sayıca artması, dünya ezilenleri için hayati önemde...