07 Ekim 2017 00:47

‘Avrupa demokrasisi’ ortada yok

Avrupa'nın gündeminde bu hafta Almanya'daki ırkçılık, Fransa'da ebedileşen OHAL ve Katalonya'nın bağımsızlığı tartışmaları vardı.

Paylaş

3 Ekim’deki iki Almanya’nın birleşmesi kutlamaları, Doğu ve Batı’da farklılıkların hâlâ sürmekte olduğu tartışmaları arasında yapıldı. Bu tartışmaların merkezinde, son seçim sonuçlarına bağlı olarak,  Doğu Almanya’daki eyaletlerde ırkçılığın neden bu kadar yaygın olduğu yer aldı. TAZ gazetesinden aktardığımız yorumda, yapısal, kültürel ve ekonomik farklılıklar sürmesine rağmen ırkçılık konusunda bütünleşmenin sağlandığı ortaya konuluyor. 

FRANSA’DA EBEDİ OHAL DÖNEMİ!

Fransa’da, son 15 yılın 12. güvenlik yasası Mecliste onaylandı. Sonsuza kadar OHAL’li yönetim olamayacağını belirten Macron ve hükümeti, olağanüstü dönemlere özgü güvenlik önlemlerini olağanlaştırarak normal yasalara geçirmiş oldu. İsim olarak OHAL bir kaç hafta sonra kaldırılacak, fakat OHAL’in en sert önlemleri yasallaşarak ebedi bir OHAL dönemine geçilmiş olunacak. Teröre karşı mücadele bahanesiyle gündeme getirilen yasa, temel insan hak ve özgürlüklerini kısıtlıyor. Mediapart gazetesinden çevirdiğimiz yazı, açılan bu Pandora kutusunun sonuçlarının beklenenden daha vahim olabileceğini belirtiyor. 

AB, KATOLANYA İÇİN NEREDE?

Öte yandan Katalonya referandumu krizinde taraflar arasında arabuluculuk yapması beklenen Avrupa Birliği, ortalıkta yok. Aksine AB, yaptığı sınırlı açıklamalarda, İspanya hükümetinin Katalonya’ya yönelik saldırısını aratmıyor ve dolaylı yoldan hükümeti destekleyerek Katalonya’ya üyelik konusunda şantaj uyguladığı görülüyor. İngiltere’den çevirdiğimiz yazı, büyüyen Katalan bağımsızlık tartışmalarını ele alıyor ve Avrupa Birliğinin sessizliğini eleştiriyor. 


ADIN ÇIKTIYSA BİR KERE

Kathrin GOTTSCHALK
TAZ

Projektörler bir kez daha Doğu’ya çevrildi. Almanya’da seçim yapıldı, eski Doğu Almanya Cumhuriyeti’ne  (DAC) ait yerlerde ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) partisi güçlendi. Saksonya eyaletinde en güçlü parti oldu bile. Bu sonuçlara bağlı olarak akla gelen ilk soru Doğu’da işlerin neden doğru gitmediği?

Bazıları Doğu’da demokrasi deneyiminin olmadığını söyleyerek, DAC’da demokrasi olmadığından halkın böyle davrandığını iddia ediyor.  Bazılarına göre ise neden, iki Almanya’nın birleşmesinden sonra yapılan kötü deneyler ve  halkın geçen yıllara rağmen hâlâ “öteki” olarak kalması. 

Federal seçim sonuçlarını Almanya’nın birleşmesine bağlı olarak analiz ettiğimizde aklımıza neler geliyor? Hâlâ Batılı meslektaşları kadar kazanamayan, bu nedenle hayal kırıklığına uğramış emekçiler mi yoksa zihinsel özürlü erkekler mi, ırkçılık mı? Projektörleri yaktığımızda Doğu ve Batı arasında hâlâ var olan yapısal farklılıkların arasına, her iki tarafta paralel olarak gelişen, birleşmiş Almanya için ortak olan, başka şeylerin karışmış olduğunu görüyoruz.  

24 Eylül’de seçmenlerin yüzde 12.6’sı milliyetçi ve ırkçı pozisyonlara çatı olan bir partiyi, AfD’yi, seçti. Bu parti, ülkenin yabancılaştığı uyarısını yaparak, mültecilerin kararlı şekilde sınır dışı edilmesini savunuyor. Diğer partiler ne yapıyor? Hristiyan Sosyal Birlik (CSU), mülteci alımında bir üst sınır talep ediyor. Sol Parti (Die Linke), ev sahipliği hakkının hayata geçirilmesinden söz ediyor ve sosyal demokratlar (SPD) sert yaptırımların zorunlu olduğu görüşünde. 

Hepsi AfD’nin ana temasına destek sunarak, sanki Almanya’nın en büyük sorunu mültecilermiş gibi bir tartışma sürdürüyor. “Almanya Almanlarındır” ırkçı söylemi öne çıkarılmasa da “Alman halkının korkuları”ndan yola çıkılıyor. Duyulan korku haklı, öyleyse birazcık ırkçılıktan korkmamak gerekiyor. Ama haklı bulunan bu korkuya rağmen yine de AfD’yi seçmemek gerekiyor. Neden? “Bize yakışmaz, çünkü o aşırı sağcı bir parti”. Cevap bu kadar basit!

Bu nedenlendirme, Nazi etiketi üzerinden yapılıyor. Kimse, hatta sokaklarda “yabancılar dışarı!” diye bağıranlar bile Nazi olduklarını kabul etmiyor. Ya, etiketlere takılmayanlar varsa? Örneğin PEGİDA’nın çıkmasından bu yana nasıl olsa Nazi olarak damgalanan Saksonya eyaletinde “endişeli vatandaşlar” rahatça AfD’yi seçebilirler. 

AfD, artık Nazi etiketinin bazıları için ürkütücü olmaktan çıkmasını başardı. Batı’dakinden çok Doğu’da. AfD, kendine yönelik haklı eleştirileri, haksız olarak niteleyerek Nazi sözcüğüyle marjinalleştirildiğini söylüyor. Doğu Almanyalılar da Nazi içerikli  marjinal tartışmalarla gündeme geldikleri görüşündeler. “Nazi” hem AfD’ye hem de Doğululara yöneltilen ve onların üstlenmedikleri ortak bir sözcük. Her ikisi tarafından da ana akım politikaya onay vermedikleri için yapıştırılan etiket olarak algılanıyor ve ürkütücü etkisini yitiriyor. Sonuçta, “Adım çıkmış dokuza, inmez sekize” mantığıyla hareket edilmesine yol açıyor. Adın bir kere çıkmaya görsün...

(...) Batı ve Doğu, geçmişleri, birleşmeden sonraki deneyleri, yapıları nedeniyle birbirinden farklılar ama seçim tercihleri konusunda pek de büyük farklılıkları yok. 24 Eylül’de Doğu’daki Rostock’ta seçmenlerin yüzde 15.5’i AfD’yi destekledi. Batı’da Main-Kinzig’de  AfD’ye oy verenlerin oranı yüzde 15.4 oldu.  Doğu’da Weimar’da seçmenlerin yüzde 17.5’i, Batı’da Deggendorf’ta yüzde 19.2’si AfD’ye oy verdi.  

AfD’nin oy oranı Doğu’daki Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde yüzde 18.6, Batı’daki Baden-Württenberg eyaletinde yüzde 12.2 oldu. Yüzde 6’lık bu fark bazıları tarafından abartılıyor,  ırkçılığın Doğu’ya ait bir fenomen olduğu iddia ediliyor. Aslında ortaya çıkan ise ırkçılığın Doğu ve Batı’nın ortak bir problemi olduğu. (...)

İki Almanya’nın birleşmesinin üzerinden 27 yıl geçti. Hâlâ ekonomik ve kültürel açıdan bütünleşemedik. Ancak AfD’nin Doğu’da ve Batı’da oy oranını artırmasının gösterdiği bir şey var: Irkçılık konusunda bütünleştik! 

Çeviren: Semra Çelik


ÖZGÜRLÜK SESSİZCE SÖNERSE

Edwy PLENEL
Mediapart 

Bir hukuk devleti tüm yurttaşlarını devletin keyfi davranışlarından koruyan bir devlettir. İdare ya da polislerin mutlakçılıklarından koruyan bir devlettir. Devletin eylemlerinin kendisinin üstünde olan hukuk kurallarına bağlandığı bir devlettir. Yurttaşların siyasi iktidarın suiistimallerine maruz kalmadıkları, korundukları bir devlettir. 

Bu açıdan bakıldığında, 3 Ekim 2017’den bu yana Fransa artık bir hukuk devleti değildir. OHAL durumunu nitelendiren temel hak ve önemli özgürlükleri kısıtlayan istisna önlemlerinin normal hukuksal yasalara geçmesiyle, artık istisna olan esas kural oldu. Bundan itibaren, devlet, yani valileri, idaresi, polisi istediği zaman, istediği yer ve kişiye karşı, terörü bahane ederek, dolaşım özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü, haneyi ihlal edememe kutsallığını, yasalar karşısında eşitlik hakkını çiğneyebilir. Ve bunu yaparken, gerekçesini belirtmesi ya da kararıyla onu engelleyebilecek ya da cezalandırabilecek bağımsız bir hakim karşısında hesap bile vermesi gerekmiyor. 

Ulusal Meclisteki korku çoğunluğunun ezici oylamasıyla (415’e karşı 127 oy) artık Fransa’da bir şüpheliler yasası yürürlükte. Hukuk devletinin idaresi ve silahlı kolu polisler, eskiden basit bir şüphelenme kesinlikle yetersiz olduğundan yapma cüretinde bulunamadığını artık yaparak bir şahsı durdurabilir, engelleyebilir, hedefleyebilir, yalnızlaştırabilir, ayırabilir; yani baskı altında tutabilir. Bahanenin tek gerekçesi olarak terörizm sayesinde, yarın ya da ertesi gün, hiç bir engel tanımayarak, halk içinde egemen olan duygusallıklara göre ya da egemen ideolojilere göre bunu tüm ulusa yayabilir. (...)

Onaylanan yasa devlete, idaresi ve polisine, tüm hukuksal denetimin dışında bir kişiyi “belirli bir sınır içinde ikamet etmeyi” dayatma, yani hareket etmeme, belirli bir “yerde görünmeme”yi zorunlu kılma, “ev baskınlarıyla” özel yaşam hakkını çiğneme, (...) orada “yayılan fikir ve teorilerden” dolayı bir ibadethaneyi kapatma yetkisi veriyor. Burada sıralanan bir yasadan çok kısa bir özettir, yani son 15 yıl içindeki 12. güvenlik yasasının, adaletin polisler tarafından en fazla çiğnendiği ve şüphenin kanıtın yerini aldığı yasanın özetidir. 

Egoist oldukları gibi bilinçsiz, kör ve geçmiş bilincinden yoksun olan çırak cadılar bu açtıkları özgürlükler düşmanı Pandora kutusunun sonuçları karşısında sonuçta kendilerine dokunmayacak diye kendi kendilerini avutuyorlar. Sonuçta ne de olsa hedef terörizme, katliamlarına ve şebekesine karşı mücadele etmek değil mi? Acil olma söylemi temel olandan önce geliyor, oysa temel olanın, yani ilkeleri savunmanın aciliyeti göz ardı ediliyor. Daha da kötüsü bayatlamış olduğu kadar da korkakça bir argüman olan “sonuç aracı meşru kılar” söylemi her zaman ve her rejim altında özgürlükleri paramparça etmiştir. “Terörizme karşı mücadele etme araçlarından korkmam gerekmiyor çünkü kendimi terörist hissetmiyorum” diye derhal demeç verdi hükümet sözcüsü Christophe Castaner (...). Peki bilinmeyen bir boşluğa atlama anlamına gelen böyle bir yasa karşısında bu sessizlik nasıl açıklanabilir ? (...) Tüm insan hakları savunucu örgütler, Birleşmiş Milletler’de resmi olarak görev yapan uzmanlar bu kayışa resmen karşı çıktılar. Üstelik BM’nin bu görevlileri, hafif söylemlerle eleştirmediler. Onlara göre “yasa tasarısının bir çok maddesi, özgürlük ve şahsi güvenlik hakkını, adalete ulaşma hakkını, dolaşım, barış içinde bir araya gelme ve örgütlenme özgürlüğünü olduğu kadar ifade, din ve inanç özgürlüğünü tehdit ediyor”. Fakat ne söylenirse söylensin. Bu eleştiriye ne bir cevap, ne bir pişmanlık, ne bir düzeltme, ne bir rezerv ya da geri adım atma yaşandı. (...)

Çeviren : Deniz Uztopal


KATALONYA KRİZİ BÜYÜRKEN, AVRUPA BİRLİĞİ ORTALIKTA YOK!

Simon TISDALL
The Guardian

İspanyolları kendilerinden kim kurtaracak? Karşılıklı kızgınlık arttıkça, Katalonya uçurumun kıyısına doğru gidiyor. Katalonya Özerk Yönetimi’nin başkanı Carles Puidemont, pazartesi günü bağımsız devlet ilan edeceğini ve tutuklanmaktan korkmadığını söylüyor. Kral Felipe’nin ülkeyi birleştirmek için bir şansı vardı, onu da tek taraflı, karanlık korku tellallığı yaptığı konuşması yüzünden kaçırdı.

İspanya Başbakanı Mariano Rajoy da, bu konuda geri adım atmıyor. Madrid (İspanya hükümeti) Katalonya’ya kontrol altına alma tehdidi savuruyor ve eğer Katalonya tek taraflı bağımsızlık ilan ederse toplu tasfiye yapmaktan söz ediyor. Eğer böyle olursa, geçen pazar görülen polis ve halk arasındaki çatışmalar daha yoğun bir şiddetle yayılır.

Sinirleri yatıştırabilecek ve arabuluculuk yapacak en belirgin aday, 1986’da Avrupa Birliğine üye olduğundan beri İspanyol demokrasisinin fiilen garantörü olan Avrupa Birliği. Puigdemont, kendisinin sebep olduğu durumdan çıkış yolu bulabilmek için, bir çok kez Brüksel’den müdahale etmesini istedi. Bu hafta, (AB) “daha fazla görmezlikten gelemez” dedi.

Rajoy ve yönetimdeki muhafazakarların hoşuna gitmese de, alternatifleri düşününce AB’nin bu yönde bir rol almasını tercih edebilir. Dışarıdan bakılınca, her iki tarafın da geri çekilmesini sağlamak öncelikli; geri dönülmez noktaya gelmeden krizi sakinleştirmek. Çözümler daha sonra konuşulur.

Ama AB hiç ortalıkta yok. Avrupa projesi için büyük tehlike olan bu durum hakkında, konuşkanlığı ile tanınan Komisyon Başkanı Jean Claude Juncker bile sessizliğini korudu. Pazartesi günü bir sözcü, kısa bir açıklama yaptı, Rajoy’un tarafını tuttu ve Juncker’in yapabileceği bir şey olmadığını söyledi.

Çarşamba günü, komisyonun yardımcı başkanı Frans Timmermans şiddete son verilmesi ve diyalog çağrısı yapınca, uçurumun kıyısından dönmek için bir fırsat daha doğmuştu – fakat sorunun “iç sorun” olduğunu söyleyerek hiçbir yardım sunmadı.

Bir hafta öncesinde tüm vatandaşlarına karşı sorumlu ve bütünleşmiş bir Avrupa için büyük vizyonunu sunan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanual Macron, bu konuyu görmemezlikten geliyor. Burası Kırım, ya da iflas etmiş Yunanistan olsaydı Angela Merkel arabuluculuk yapmak için adım atmış olurdu. Fakat Katalonya’ya gelince, Hristiyan Demokrat Birliği, İspanya’nın hükümetiyle ittifakta ve Almanya başbakanı bu konuyla ilgilenmek için fazla meşgul.

Brüksel ve savunucularının öne sürdüğü argüman, yani Katalan bağımsızlığının İspanya’nın iç sorunu olduğu ve AB’nin bu konuda yasal bir yetkisi olmadığı, tartışılır bir tutum. Aslında, fazla da önemli değil. Yine de AB’nin bu krizden kendini soyutlaması uzun süre mümkün değil. Eğer Rajoy, İspanyol askerlerini bağımsızlık hareketini ezmek için gönderir ve Katalonya’nın liderleri ve kurumlarına el koymasına talimat verirse, Avrupa liderleri müdahale etmek zorunda kalacak.

Talep gelmediği sürece AB doğrudan müdahalede bulunamazsa da, yine de Katalonya’daki 7.5 milyon AB vatandaşına karşı yasal bir sorumluluğu var (Üstelik İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecinde sürekli tekrarlanan bir  argümandı bu). Bu bağlamda Rajoy’a destek ifade etmesi yanlış oldu, çünkü Başbakan böyle bir durumda tarafsız bir kişi olarak görünemez.

(…)

AB yardım etmeyi reddettikçe, AB düşmanlarının eline koz vermiş oluyor – özellikle Fransa ve Almanya’da geçen seçimlerde güçlenen aşırı sağcı, milliyetçi, yabancı düşmanı güçlere. İspanya’nın Katalan bağımsızlığını savunanlara karşı kullandığı aşırı kuvvet de, Avrupa’da bugüne kadar barışçıl kampanyalar yürüten gruplara problemli bir mesaj gönderiyor.

Rajoy’un yönetimi atlında geçen hafta sonu görülen polis şiddetini, Katalan yetkilileri araştırıyor. İspanyol yasaları ve insan hakları çiğnenmiş olabilir. Rajoy, AB ve uluslararası hukuku ihlal etmiş de olabilir.

Azınlık ulusların haklarına saygı duymak AB’nin ana değerlerinden biri. Bu hak AB’nin kuruluş sözleşmesinin 2’nci maddesinde ve AB Temel Haklar Şartının 21. maddesinde ifade ediliyor. Komisyonun özel müdahale yetkileri olmasa da, Avrupa ve uluslararası yasalara göre, Katalan halkı gibi azınlıkların haklarını korumak için genel sorumlulukları var.

Dahası, halkların kendi kaderlerini tayin etme halkı modern uluslararası yasaların ana ilkesi, ve Birleşmiş Milletlerin sözleşmesinde yer alıyor. Bu yeni bir fikir değil.

1918’de ABD Başkanı, Woodrow Wilson dünya barışı için “14 nokta”dan bahsedince, şöyle söylemişti: “Ulusal arzulara saygı duyulmalı; insanların üzerinde hakimiyet ve hükümet ancak halkın rızasıyla olur. “kendi kaderini tayin etmek” sadece laf değil; zorunlu bir hareket etme prensibidir.” Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Wilson, Avrupa anlaşmasına ulaşmak için uğraştı.

Donald Trump’tan yardım istemek kimsenin seçeneği olmaz. Ama 100 yıl sonra, halen Avrupa’nın kendi sorunlarını çözmekten aciz olması kendi başına bir sorun.

Çeviren: Çınar Altun

ÖNCEKİ HABER

Uzun çalışma saatleri işçiye ölüm ve işsizlik getiriyor

SONRAKİ HABER

Kadınlar tecavüz yasasını hatırlattı: Yaptık, yine yaparız!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa