Barışı getirememenin cezası ve beyaz Torosların rotası
Foti Benlisoy, Misvak dergisinin 'karikatür'ünde Bahçeli ve Erdoğan'ın bindirildiği beyaz Torosların muhtemel seyahat rotasını yazdı.
Foti BENLİSOY
Nazi liderlerinden Hermann Göring, İkinci Dünya Savaşı daha başlamadan önce kamu kaynaklarının büyük bölümünün silahlanmaya ayrılmasının yarattığı temel gıda maddesi darlığını eleştirenler için, “Demir her zaman güçlü uluslar yaratır; tereyağ ve domuz yağı ise halkları sadece şişmanlatır” demişti. Nazi karşıtı Alman Sanatçı John Heartfield, bu açıklama üzerine 1935 yılında bir fotomontaj çalışması yapar. “Yaşasın, tereyağ bitti” adlı fotomontajda Hitler portresi altında masaya oturmuş bir ailenin iştahla metal ve silah parçalarını yediğini görürüz.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in motorlu taşıt vergisine yapılacak yüzde 40 zammın silahlanma için kullanılacağını, dahası, 2018’de yeni silah alımları için bütçeden 18 milyar liranın harcanacağını belirtmesi, bizim de sindirim sistemimizi şimdiden metal ve silah parçalarına alıştırmamız gerektiğinin bir işareti.
Mesele sağlıklı bir sindirim sisteminin gereklerine dair bir tartışmadan ibaret değil elbette. Türkiye’de savaş atmosferi ve ona bağlı ulusal beka kaygısının çeşitli münasebetlerle sürekli olarak ajite edilmesi, Bonapartist-şefçi tipte bir rejim inşasının kaldıracı işlevi görmektedir. İktidar blokunun yeniden örgütlenmesinde, muhalefetin hizaya çekilerek “majestelerinin muhalefeti” konumuna itilmesinde, ordunun bütünlüğünün sağlanarak kontrol altında tutulmasında özellikle “Kürt koridoru” tabiriyle özetlenen jeostratejik kaygının (Türkiye’nin Irak ve Suriye ile olan sınırlarının, bir Kürt teritoryal hakimiyetiyle çevrelenmesi tehdidinin) kışkırttığı militarist-şoven seferberlik belirleyici rol oynamaktadır.
Bunun eşyanın tabiatı icabı olduğu söylenebilir. August Thalheimer’in zamanında hatırlattığı üzere, Bonapartist-şefçi bir düzenin, “Kurtarıcı olarak kendi vazgeçilmezliğini ispat etmek için toplumun sürekli olarak tehdit altında bulunduğunu ortaya koyması gerekir.” Süreklileşmiş savaş atmosferinin kışkırttığı beka kaygısı bizde de aynı işlevi görmekte, dolayısıyla şefçi devletin bütünlüğünün sağlanmasına hizmet etmektedir. Ancak bu kez, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin (IKBY) düzenlediği “bağımsızlık referandumu” ile gündeme gelen jingoist kabarış bu işlevi yerine getirememiş, tersine, Türkiye’de formasyon halindeki iktidar blokunun iç çelişkilerini görünür kılan kritik bir test halini almıştır.
Siyasal iktidar yeni ittifaklar mimarisinin gereği olarak bağımsızlık referandumu karşısında çok sert tepki göstermiş, bir önceki dönemde IKBY’ye karşı uygulanan politikalarda 180 derecelik bir dönüş gündeme gelmiştir. Aslında Güney Kürdistan, AKP hükümetlerinin Türkiye’nin bölgesel etkisini artırmaya dönük arayışının olumlu sonuç verdiği, Türkiye’nin “yumuşak gücünün” başarıyla sergilendiği bir vitrin olagelmiştir. Güney Kürdistan’la artan ticaret ilişkileri, Türkiyeli müteahhit firmaların rolü ve bölgedeki petrolün Bağdat hükümetinin ekarte edilerek ülke içine sevki, bu “yumuşak gücün” iktisadi plandaki getirileri olmuştur. Dahası Barzani yönetimiyle girilen fiili partnerlik ilişkisi, AKP Hükümeti açısından kritik bir iç politika enstrümanı haline gelmiştir. AKP’nin Kürt tabanının parti etrafında kenetlenmesi ve HDP etkisine kapatılması arayışında Barzani, belirleyici bir işlev üstlenmiştir.
Bu bakımdan siyasal iktidar, yeni ittifak ilişkilerinin çimentosu olmuş Kürt karşıtı “güvenlikçi” politikalarıyla Barzani yönetimiyle girişilen ilişkilerin yarattığı avantajlar arasında sıkışmıştır. Erdoğan, MHP ve ulusalcı çevrelerin toplumsal ve en önemlisi devlet personeli içerisindeki desteğini yitirmemek, orduyu tarafsızlaştırmak açısından IKBY liderliğine karşı katı tutumunu sürdürmek zorunda görünmektedir. Diğer yandan bu politika yukarıda sayılan diplomatik, iktisadi ve siyasal avantajlardan feragat edilmesi riskini gündeme getirmektedir. Barzani yönetimine dönük agresif tutumun muhtemel iktisadi yaptırımlar aracılığıyla sürdürülmesi, içeride AKP’nin Kürt tabanında huzursuzluğu ve hatta ciddi kopuşların yaşanması olasılığını artıracak, Güney Kürdistan’la ekonomik ilişkilerden yararlanmış irili ufaklı sermaye çevrelerinin tepkisini ortaya çıkartabilecektir.
Ekonomi Bakanı Zeybekci’nin Erdoğan’la ters düşmeyi göze alarak ekonomik yaptırımların söz konusu edilmemesi gereğini vurgulaması, bu çelişkilerin siyasal iktidar açısından zorlayıcı niteliğinin ifadesidir. Gül ve Davutoğlu gibi ıskartaya çekilmiş kurucu figürlerin krizi fırsat bilerek yüksek profilli açıklamalar yapması, siyasal iktidarı “sağduyulu davranmaya” çağırması da dikkat çekici bir gelişmedir. Erdoğan’ın “yanıldım” beyanı ve parti çevresinden yükselen eleştirel sesler, yeni iktidar blokunun siyasal yönelimi ve ittifak ilişkilerinin gerekleri açısından ciddi sıkıntılara işarettir.
Bu sıkıntılar ve uluslararası güç ilişkilerinin dayattığı sınırlar itibariyle Türkiye’nin “bağımsızlık referandumu” hususunda manevra sahası dardır. Militarist içerikli açıklamalara karşın, Güney Kürdistan’a yönelik kapsamlı bir askeri operasyon ihtimali zayıftır. Bu durumda iktidar, mevcut gerilimi belli bir sınırda tutarken açığa çıkmış enerjiyi “boşaltacak” başka bir kanal arayışına girebilir. Bu, Astana süreci çerçevesinde gündeme geldiği belirtilen bir İdlib manevrası yoluyla Afrin’e basınç uygulama girişimi olabilir. Afrin Rojava’nın zayıf halkası görünümündedir ve “Kürt koridorunu” boşa çıkarmak arayışındaki Türkiye liderliğinin gözüne kestirdiği en gerçekçi hedeftir.
Ancak en korkutucusu, Kerkük etrafında yaratılan seferberlik havasının bir askeri harekat olarak “dışa” değil, “içe” patlaması, içeride Kürt karşıtı faşizan bir tırmanışa yol vermesi ihtimalidir. O meşum “karikatürdeki” güya Musul ve Kerkük plakalı beyaz Torosların seyahat rotası muhtemelen yurt dışını değil, yurt içini kapsayacaktır. Zaten bir kriz içerisinde olan MHP liderliğinin tabanını Akşener önderliğinde kurulmakta olan partiye kaptırmamak için böyle şovenist seferberlik fırsatlarını tepe tepe kullanması, tabanından kayışları engellemek için Kürt karşıtı soy faşist söylem ve pratiklere giderek daha çok başvurması ciddi bir olasılıktır. Referandumu bir “Yahudi oyunu” sayan antisemitist dalganın da gösterdiği gibi, Kürt düşmanlığının daha da yaygınlaşma ihtimaline, şovenist bir histeriye hazırlıklı olmak gerekir.
“Bağımsızlık referandumu” Türkiye’de formasyon halindeki iktidar blokunun iç gerilimlerini açığa çıkarmıştır. “Yeni rejim” kırılgan, oturmamış bir siyasal-sosyal güç dengesinin ürünüdür ve dolayısıyla her kritik dönemeçte irili ufaklı sarsıntılar geçirmektedir. Ancak toplumsal muhalefet güçlerinin dağınıklığı, bu sarsıntıların yarattığı çatlakların değerlendirilmesini güçleştirmektedir. CHP’den Akşener’e ana akım muhalefet ise yeni rejimin zamkı niteliğindeki “ulusal güvenlik” anlayışına, özellikle de “Kürt koridoru” kaygısına dair alternatif bir siyaset önerebilecek konumda değildir. Bu “muhalefet”, bu konuda siyasal iktidarı sağdan ve milliyetçilik üzerinden eleştirmeye kararlı görünmektedir. Hal böyle olunca şovenist-militarist söylemlerin toplam etkisi daha da büyük olmaktadır.
Clara Zetkin, Mussolini faşizminin devrimi gerçekleştiremeyen İtalyan işçi sınıfına kesilmiş bir ceza olduğunu söylemişti. Faşizmi bilmem ama şu mevcut halin, zamanında toplum nezdinde görünür, yaygın, etkili bir barış hareketini (Nedenleri ne olursa olsun) yaratamamış olmamız nedeniyle kesilmiş bir ceza olduğu kesin.