Adnan Özyalçıner: Nostalji yapmak için anlatmıyorum
Usta Öykücü Adnan Özyalçıner ile Manos Kitap’tan çıkan 'Torik Akını' etrafında öykülerini, İstanbul’u ve çeşitli memleket hallerini konuştuk.
Devrim ACAROĞLU
İstanbul
(Fotoğraf: Özcan Yaman)
Edebiyatımızın Usta Öykücüsü Adnan Özyalçıner, 60 yıldır, içine doğduğu İstanbul’un yoksul mahallelerinin hikayelerini anlatıyor. “Sadece güzellikleri anlatmıyorum, güzelliklerin neden paylaşılamadığını soruyorum öykülerimde. Amacım nostalji yapmak değil” diye anlatıyor öykü dünyasını. Denizden elleriyle topladığı toriklerle yoksulluklarına kısa bir süre çare bulan babasının kahramanı olduğu öyküyle açılan kitap, Özyalçıner öykücülüğünün klasik örneklerinin yanı sıra; 1964’te yayımlanan Sur kitabında deneylediği, 50 yıl sonra tekrar gündemine aldığı üst gerçekçi kısa öykülere uzanıyor. Eski İstanbul’un deniz, boğaz, Cennet Bahçesi’nde geçen öyküleri yerini, metrobüs ve plazalar gibi yeni İstanbul’un ikonlarının etrafında geçen öykülere bırakıyor. Biçim ve anlatım arayışlarından vazgeçmeyen Özyalçıner, ille de yoksulların yaşamına odaklıyor öykülerini. Manos Kitap’tan yayımlanan Torik Akını etrafında öykülerini, İstanbul’u ve çeşitli memleket hallerini konuştuk usta öykücüyle.
“Yazdan Kalma Bir Gün, İstanbul Öyküleri” kitabını kurcalıyordum, sunusunda, daha önce gözümden kaçmış bir mühim mevzu buldum. Önünü arkasını çizmişim önceki okumamda ama oraya kafam basmamış. Şöyle diyorsun abi; “Amacım, kaybolan güzellikleri, iyilikleri, mutlulukları, kısacası insanca yaşamayı aramak değildi hiçbir zaman” diyorsunuz. Neydi peki amacınız?
Ben İstanbul’u anlattım. Bir anlamda İstanbul öykücüsü sayılırım. İstanbul’u anlatırken; doğduğum ve çocukluğumun geçtiği kenar mahalleleri, işçi mahallelerini konu aldım. İşçi mahallelerinin insanlarını, onların düşündüklerini, duyduklarını, çektiklerini, onlara yaşatılanları anlatmaya çalıştım. Mutlu geleceklerini de düşünen insanlardı bunlar, düşleri de vardı. Ben onlardan çok şey öğrendim. Hem büyük acıları gördüm, hem de o acılara karşı çıkmasını... Yaşadıklarını, kendilerine yaşatılanları biliyorlardı, kendi aralarında da konuşuyorlar, çare de arıyorlardı ama bunu ifade edemiyorlardı. Çoğunun -annem, babam gibi- okuma yazması yoktu. Hem onlardan öğrendiklerimi, hem de onların ifade edemediklerini anlatmak istedim.
Onlardan duyamadıklarınızı da yani...
Evet, bizim kendi yaşadıklarımızı da tabii, hepsini öykülerime taşımaya çalıştım. İstanbul’un güzelliklerini, zenginliklerini anlattım. Bu güzellikleri neden paylaşamadığımızı sordum. Olay buradadır. Benim eski İstanbul’u anlatışım, nostalji için değildi hiç bir zaman. O güzellikler zaten yok ediliyor, zenginlikler zenginlere devrediliyor. Yoksullar pay alamıyor. Ben istedim ki hem o güzellikler var olsun hem de o güzellikleri paylaşalım. Artık yoksul mahallelerdeki insanlar için, onlar İstanbul’u yaşıyor diyemeyiz. Taşrayı yaşıyor demeliyiz.
Zenginler hiç yer almıyor öykülerinizde. Öyle ki; Dolandırıcı öykünüzdeki dolandırıcı dahi yoksul. Arabasının olmayışını, bu nedenle yağmurda montunun ıslandığını anlatıyorsunuz ve yoksul oluşundan dolayı onunla empati kurmayı ihmal etmiyorsunuz...
Sadece 300 lira bulup verebildim ona, adamın 300 lira para için böyle muazzam bir hikaye anlatması bana çok hüzünlü geldi. Öyküde de yaptım o espriyi, burada da aktarayım; öyküyü 150 liraya sattığım için gerçekte 150 lira vermiş oldum ona.
Kendileri yok zengin insanların, sadece yoksullara yaptıklarıyla gizli özne gibi varlar...
Zenginlerin ve onlarla birlikte hareket eden yöneticilerin bize yaşattıkları yoksulluk var öykülerimde. Ben yaşadıklarımızı ve bize yaşattıklarını anlatıyorum demem de bundan. Yaşadıklarımız var ama bunlar bize yaşatılıyor aslında. Yoksa biz böyle yaşamak istemiyoruz, bizim kendi yaşamımız yok zaten. Yaşadığımızı zannettiğimiz şey onların kurgusu.
TANIKLIK YETMEZ
Sizin içine doğduğunuz, birlikte yaşayıp gözlemlediğiniz yoksul profillere pek benzemeyen yeni tiplemeler de var Torik Akını’da. Plaza çalışanları mesela... Karagümrük’te karşılaşmış olamazsınız onlarla...
Mahzen diye bir öykü var kitapta, bir rezidans var orada, plaza çalışanlarının macerası var.
Bir Gökdelenin Tersten Görünüşü de var aynı sınıftan kahramanı olan...
Evet o da plaza çalışanlarını işliyor. Gökdelenlerin ne kadar tutarsız olduklarını, adeta bir boşlukta durduklarını anlatmak istedim. Yeni yoksullar onlar aslında, zengin gibi görünseler de. Ne kadar enteresan ki o da onların yaşamı değil, o da onlara yaşatılan bir yaşam. Üstelik onlar işsiz kaldıklarında Karagümrüklüler gibi, yoksullukla nasıl mücadele edeceklerini de bilmezler. Benim anlattığım insanlar kuru ekmekle geçinebilir, bunlar geçinemez.
Yaşamınızı öykü kahramanlarınız gibi geçirmeniz ne kattı edebiyatınıza?
Her zaman onların içinde oldum. Sokağa çıktığımda yine onları gözlemliyorum. Metrobüste, durakta onların peşindeyim. Metrobüste selpak satan çocuk, uçaklardan korktuğuna göre mülteci olmalı değil mi... İki tane kağıt toplayıcı öyküsü var. Hep onları görüyor, onlardan etkileniyorum.
Orhan Kemal’e hakim, “Siz boyuna yoksulları yazmışsınız, hiç zenginlerin hayatından söz etmemişsiniz” diyor. Orhan Kemal de, “Efendim ben yalnız yoksulları tanıdım, zenginler ne yapar ne ederler hiç bilmem ki yazayım” diyor. Benimki de belki böyle bir şeydir.
Yazarın görevi toplumdaki acıları ve o acıları çekenleri yazmaktır zaten. Yalnız tanıklık yapmak değil olan bitene müdahale etmek de görevidir yazarın.
Yaşadığınız kentten çıkıp Filistin’i, Sur’u da anlatıyor öyküleriniz. Bu da müdahale edebilmek için olmalı...
Katırlarla kaçakçılık yapanları anlatan Yolculuk öyküsü var yine bölgede geçen. Sadece gerçeği dümdüz vermek değil, gerçeğin de gerçeği olan altyapıyı vermeye çalışıyorum. Sadece yaşadıklarını değil, durumlarını, acılarını, korkularını da hissettirmek istedim.
SUR’DA ÜST GERÇEKÇİLİĞE GEREK YOK
Gerçeküstü öykülerinizin yer aldığı bölümde aslında Sur’da geçen Orta Yerdeki Kan adlı öykünüz. Ama olaylar Sur’da geçince gerçeğin ta kendisi olmuş, üstüne çıkamamış sanki öykü...
Gerçeküstücülük yanlış çeviri bir defa, sürrealizm, üst gerçekçilik demektir. Gerçeğin de üstünde olan, gerçekten daha gerçekten bahsediyoruz. Gerçeğin gerçeğini göstermek amacım. Sur’da üst gerçekçilik yapmamıza gerek yok, düz anlattığında zaten yeterince fantastik oluyor.
Peki Adnan Özyalçiner’in üst gerçekçi öykülerinin kökü nerede? Ben yeni tanışıyorum açıkçası...
Çok eskiye dayanıyor aslında bu tip öykülerim. 1964’te Saik Faik Hikaye Armağanı’nı kazanan kitabım Sur, bu tür öykülerle doludur. Hatta öyküler değil alıştırmalar demiştim o kitaba. Öykü değilmiş gibi gelmiş bana ama yanlış düşünmüşüm. Cinayetler Sarayı, Balkon Ölüleri, Tanrı Katı bunlardan bir kaçı.
50 sene sonra yani...
Kesin olarak olmasını istediğim şeyde böyle yapıyorum. Kısalığı da oradan geliyor, kesinliğinden. Çok net olmak istiyorsam kısa yazıyorum.
Bazıları deneme gibi...
Evet öyle ama öykü onlar da. Çünkü bir başı bir de sonu var. Buna çok dikkat ederim. Gençler arasında kısa öykü yazan çok var ama çoğunun eksiği budur; düz metin yazıyorlar. Öykü diye yazıyorlar ama öykü olmuyor. Baş yok, son yok, düz metin olarak kalıyor. Düz metin de bir şey tabii, -karşı değilim- ama öykü değil.
Adnan Özyalçıner öykülerinde mekan çok önemli. İnsanı gerçekten anlamak için nerede yaşadığını, anlatmak derdi mi burada gözettiğiniz?
Benim öykülerimde; mekan, zaman ve insan önemlidir. Zamanın da üç boyutunu koymaya gayret etmişimdir; şimdiki, geçmiş ve gelecek. İnsan başat özne ama çevrenin de bir kişiliği var. İnsan çevreyi etkilediği gibi çevre de insanı etkiliyor. Böylece birlikte var oluyorlar. Birlikte var olmaları onları canlı kılıyor. Öykülerim o canlılığı taşısın gayreti içinde oldum her zaman. Bir anlamda görsel bir dünya yaratmak istiyorum.
SUSANLAR VAR BİR DE
Konuştum
Susmak anamın diliydi
Dizeleriyle açılıyor Torik Akını. Tabii ki Sennur Sezer’e, kıymetli eşinize ait.
Torik Akını Sennur’a sunulan bir kitap oldu böylelikle. Susanlar var bir de, onlara karşı bir dil kullanmak çok önemli. Günümüzde susanlar çoğunlukta, konuşanlar da içeride, onu ne yapacağız bilemiyorum. Eylemle, yürüyüşle karşı çıkmak çok önemli elbette. Ama kültürle; edebiyatla, şiirle, tiyatroyla karşı çıkmak da çok çok önemli. Kültürel mücadele belki eylemlerden daha çok açabilir özgürlüğün, barışın, sevginin yolunu.
CENNET DE YOK BAHÇESİ DE
Cennet Bahçesi’nin yok oluşunu anlatan öykünüz yakın Türkiye tarihine bir bakış niteliği de taşıyor. Esas maksat hangisiydi?
Cennet Bahçesi’nin başına gelenle ’68 kuşağının başına gelenin birbirinden pek farkı yok aslında. Maksat bu kader ortaklığını anlatmaktı. ’68’liler Cennet Bahçesinde ders çalışır, sevgilisi ile buluşur, siyasi tartışmalar yapardı. Müthiş bir yerdi aslında. Cennet de yok bahçesi de şimdi.
İnsanın sadece kendisi değil yaptıklarından etkilenen kahramanlar, Koca Kiraz Ağacı, Mandalina ağacı ya da Tırtıl da kahramanı olabiliyor öykülerinizin. İnsanı doğadan dinlemek daha mı doğru?
Bir yerde evet. İnsan en büyük fenalığı içinde yaşadığı doğaya ediyor belki de. Kitaba ismini veren öykü, babamın Eminönü’den elle Torik yakaladığı zamanları anlatıyor. Mekanı da hatırlıyorum. Gülhane Parkı önünde biraz düzce bir alan vardır. Dalga oraya atıyor torikleri. Şimdi ara ki bulasın toriği. toriğe, kiraz ağacına yaşama şansı tanımayan insanı onların gözünden anlatmak da insanı anlatmak aslında.
Yaşamlarımıza büyük bir müdahale var, çevreye müdahale de bunun parçası. Buna izin vermememiz,direnmemiz lazım. Direnirsek yaşamayı sürdürebiliriz. Yoksa bizim sonumuz da toriklerin sonu gibi olacak. İnsan türü de yok olup gidecek.