Torik Akını: Öyküyle yarım asırlık yolculuk
Fatih Polat, usta öykücü Adnan Özyalçıner’in yeni kitabı ‘Torik Akını’nı Evrensel Pazar'a yazdı.
Fatih POLAT
Adnan Özyalçıner’in yeni kitabı ‘Torik Akını’, bir yazarın tanıklığıyla yarım asırlık gerçekliğimizin öykülerini sunuyor. Kitapta genellikle İstanbul’da uzun bir yolculuğa çıksak bile öykünün kurmaca dünyası içinde adı zikredilmeyen Cizre, Sur gibi sokağa çıkma yasaklarının yaşandığı dönemde büyük acıların yaşandığı bölgeleri de buluyorsunuz.
Bazı öykülerini okuduğumda, hayatındaki mekanlar açısından onun ayak izlerini takip ettiğimi hissettim. Haliç’e kıyı bir ilçede doğup büyümüş biri olarak, Özyalçıner’in kitaba ismini veren ‘Torik Akını’ bana bunu hissettiren öykülerden biri. Onun dışında başka birçok mekan da öyle.
“Savaş yıllarıydı. Ekmek karneyleydi. Babam işsizdi. Biz evsizdik. Sonunda Karagümrük’te Atikali yakınlarında oda oda kiraya verilen büyük ama oldukça harap bir konağın en üst katındaki odalarından birine taşındık.” Bu evden önce de Draman sırtlarında bir evde oturmaktadırlar. 2. Dünya Savaşı yıllarında tehdit altında olduğu söylenen İstanbul’un boşaltılmasına karar verilince bu ev satılır.
Bir işçi çocuğu olarak Özyalçıner’in oyunları da bu gerçekliği yansıtır bize: “Lastik silgimiz hiç olmadı. Kauçuk askeri araç gereçler için kullanıldığından, ekmek kıtlığı gibi, lastik kıtlığı vardı. Bu yüzden topumuz da yoktu. Kâğıt kırpıntılarından yuvarladığımız nesneleri iple bağlayarak top yapıp oynardık.”
Savaş yıllarının koşulları Özyalçıner’in babasının işsiz kalışı ile de birleşince, evde ne pişeceği de artık hayatın önemli sorunlarından biridir. Babası bir gün eve iki koltuğunun altında iki iri torik ile gelir. Yaşanan torik akını nedeniyle İstanbul’un kıyılarına vuran toriklerden ikisidir bunlar. Ve torik akını on beş gün boyunca ilk günkü gibi sürüp gider. O zor koşullarda İstanbul’un yoksulları için hayatın bir hediyesidir bu.
‘Torik Akını’ndan sonra kitabın ikinci öyküsü olan ‘Cennet Bahçesi’ ise, mekan insan ilişkisiyle bizi Türkiye’nin 1960’lı yıllarından başlayarak 12 Eylül darbesinin ardından devam eden dönemine götürür. Bir öykü içinde bütün bu gerçekliği yaşarız. 27 Mayıs 1960 sonrasında İstanbul Üniversitesinde Hukuk’ta okuyan Nazan ile Edebiyat’ta okuyan Tahir’in aşkları üzerinden -arkadaşları onlara ‘Tahir ile Zühre’ adını yakıştırmıştır- anlatılan öyküde İstanbul Üniversitesinde yaşanan ve Deniz Gezmiş önderliğinde İşgal Komitesi kurulan öğrenci işgaliyle, Rektör Prof. Dr. Ekrem Şerif Egeli’nin öğrencilerin bu direnişi karşısında makamını bırakarak üniversiteyi tek etmek zorunda kalması anlatılır.
6. Filo’ya karşı dönemin devrimci öğrenci gençliğinin Dolmabahçe’ye aktığı sahne ve o dönem yaşanan olaylar Gümüşsuyu tepesinde denize kuşbakışı bakan bir kır kahvesi olan Cennet Bahçesi’nde tanışan Tahir ile Nazan’ın hayatlarının ve daha sonra da devam edecek olan aşklarının içinden geçerek bize ulaşır.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamları ve darbe sürecinin koşulları nedeniyle Tahir ve Nazan’ın yurt dışına çıkışları, geldikleri Almanya’da Türkiyeli işçiler ile tanışarak orada devam ettikleri mücadelenin ardından Türkiye’ye dönerek insan hakları mücadelesine, kayıp eylemlerine katılış… Tüm bu süreç anlatılırken İstanbul Üniversitesinin çevresi, Çınaraltı ve oradan girilen Sahaflar ve ardından da Kapalıçarşı’ya kadar uzanan mekandaki yıllar içinde yaşanan değişimlerden İstanbul’un mekansal serüveni olarak bu öyküye yansır.
Kitaptaki başka öykülerde de İstanbul’un büyük gökdelenlerle, rezidanslarla yaşadığı mekansal değişimin içindeki insan hallerinin hikayesini buluyoruz.
Bazen bu anlatım, kentin içindeki tek tek insanlara, ağaçlara kadar yansır. ‘Hüseyin Avni Dede Ağacı’ başlığını taşıyan kısa öykü bu açıdan çok tipiktir.
Lise yıllarımda İstanbul Üniversitesi ile Sahaflardan Çarşısı’nın arasındaki alanda bulunan tarih çınar ve onun altında hem şiir kitaplarını hem de önüne serdiği eski paralar ile incik boncukları satan Hüseyin Avni Dede’den şiir kitaplarını alıp imzalatmıştım. ‘Tek Şekerli Çınaraltı’ şiirini hiç unutamam. Yıllar yılı da onu hep orada gördüm. Benim için İstanbul’un bu tarihi çınarla özdeşleşmiş şairiydi o. Özyalçıner’in ‘Hüseyin Avni Dede Ağacı’ öyküsü kanımca bir yazarın yaşadığı kentte, mekan ile insanın tarihine bakarken, bunu ne kadar derinden yansıttığını da gösterir. Aslında bunun gibi kitaptaki birçok ayrıntı, bir yazarın yaşadığı kentin kalbine dokunuşlarıdır aynı zamanda.
Kitapta yer alan ‘Çıplak ve Ölü’ başlıklı öykü ise, yazarın yaşadığı ülkenin gerçekliklerine tanıklığının başka ve önemli bir boyutunu yansıtır. Kadın Gerilla Şilan, hasta annesini görmek için risk alarak evine gelir, annesini görüp ayrıldıktan sonra ise, birinin ihbarı sonucu, kenti terk edemeden askerlerce vurularak öldürülür. Ardından elbiseleri çıkarılır ve çıplak bedeni tekmelenir, teşhir edilir. Bu öyküyü okuyunca aklınıza iki yıl önce Muş’un Varto ilçesinde öldürülen kadın PKK Gerillası Ekin Van’ın çıplak olarak teşhir edilişi geliyor doğal olarak.
‘Orta Yerdeki Kan’ başlığını taşıyan öykü ise sizi sokağa çıkma yasaklarının olduğu günlerdeki Cizre’ye, Sur’a götürüyor. Yazarın yer ismi vermeden anlattığı öyküde bir bebek annesi onu evde emzirirken gelen kurşunla vurulur. Önce öldüğü sanılır. Ancak ağlamaya başlayınca kurtarılabileceğine dair bir umut doğar. Baba polisi arayarak durumu anlatır ve ambulans ister. Olumlu yanıt alır. Ambulans sokağın öbür ucundadır. Evdekiler beyaz bayraklarla çıkar. Dede, kucağındaki bebekle en öndedir. Ancak taşıdıkları beyaz bayrağa ve kendilerine söz verilmiş olmasına rağmen kurşun yağmuruna tutulurlar.
Özellikle bu iki öyküyü okuyunca Adnan Özyalçıner’in dünyasında bu ülkenin işçileri, yoksullarının hayatları, mekanın dönüşümü ve tarihini Kürtlerin büyük acılarla dolu tarihiyle birlikte görüyorsunuz.
Pek çok yazar için hikaye, aslında sakıncalı sular olan bu sınırda biter. Adnan Özyalçıner bu açıdan da hakkı verilmesi gereken bir yazardır.
Ve elbette bu kitabın birçok yerinde onun 50 yıllık hayat arkadaşı Sennur Sezer var. Zaten kitap Sennur Sezer’in dizeleriyle başlıyor.
Manos Kitap’tan çıkan 127 sayfalık kitapta, yazarın evine gelen bir dolandırıcı tarafından nasıl dolandırıldığının öyküsü de var. ‘Dolandırıcının kazandırdığı öykü’ başlığı ile ve mizahi bir dille anlatılan bu öykü de bize yaşadığımız olumsuzluklar karşısında karamsarlığa kapılmamayı keyifli bir dille öğütlüyor.