Bülent Küçük: Yeni dava, dünyevi gücü elde tutma davası
Merkezi iktidar, siyasi ve iktisadi güç biriktirmiş olan yerel baronları tasfiye ederek kendisine sadık yeni memurlar atıyor.
Serpil İLGÜN
Belediye başkanlarının istifası başlığında, hakkında en fazla spekülasyon yapılan Melih Gökçek de sonunda, lidere ve davaya bağlılık üzerine kurduğu bir konuşmayla 23 yıl süren Ankara Büyükşehir Başkanlığına veda etti. Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Edip Uğur’un da bugün benzer içerikli bir konuşmayla istifasını açıklaması bekleniyor. Her ne kadar istifa edip etmeyeceği konusunda temkinli yorumlar son ana kadar sürse de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Balıkesir belediye başkanının, pazartesi istifa etmesini bekliyoruz. Etmezse, gereğini yapacağız. Herkes görecek ne yapacağımızı” içerikli son “uyarı”sının, Uğur için de oldukça ikna edici olacağı söyleniyor.
Son bir aydır iç siyasetin ana gündemi haline gelen belediye başkanlarına operasyonu, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi, siyaset bilimci-sosyolog Bülent Küçük’le konuştuk. Gerek Erdoğan’ın, gerekse istifa eden belediye başkanlarının açıklamalarında altı çizilen dava vurgusunun, eskiden olduğu gibi İslamcıların adalet ve hakikat davası değil, dünyevi bir gücü elde tutma davası olduğunu ifade eden Küçük’e göre, Gökçek’in veya Topbaş’ın tasfiye edilmesi Erdoğan’ın karizmatik liderliğine etki etmeyecek. Ama bu, gruplar arasındaki çatışmalar, güç kavgaları, tasfiyeler devam edeceğinden, sıkıntısız bir şekilde işleyen bir süreç anlamına da gelmiyor.
Sonunda istifalar gelse de, Bursa, Ankara ve Balıkesir belediye başkanlarının Erdoğan’ın talimatını hemen yerine getirmemeleri de bir vaka. Sizce de gitmemek için direndiler mi? Eğer öyleyse bu direnişin dayanakları ne olabilir?
Sözü edildiği kadar bir direnç var mı, o direnç ideolojik bir direnç mi, yoksa oradaki kaynakların dağılımına dair bir çatışma mı var, tam olarak bilmiyoruz. Ama şunları söyleyebiliriz; yerel yönetimler üzerinden siyasi ve iktisadi güç biriktirmiş olan yerel baronları (en azından bir kısmını) merkezi iktidar tasfiye ederek, örgütsel yapıyı fiziksel ve simgesel olarak yenilermiş gibi yaparak kendisine sadık yeni memurlar atıyor.
Gökçek veya Topbaş, Erdoğan’a sadakat göstermedi mi? Ya da diğer isimler, en uyumlu, en “ne istendiyse yapan” başkanlar değil miydi aynı zamanda?
Türk tipi bir başkanlık rejiminde yerel alanlardaki baronların, belediye başkanlarının, çıkar gruplarının üstle, liderle bu denli uyumlu çalışıp, sadece kendisine söyleneni yaptığını varsaymak eksik bir değerlendirme olabilir. 1930’larda tek adam rejimi diye anlatılan Hitler rejiminde bile sonraki araştırmalar gösterdi ki, yerel yöneticilerin aktif ve özerk öznellik alanları var. Şu anda istifaya zorlanan yerel aktörlerin merkezden habersiz ne kadar kendi başına iş yaptıklarını ise zamanla öğreneceğiz.
Liyakatın öne çıktığı bürokratik rejimlerden farklı olarak popülist otoriter rejimlerde sadakat meselesi öne çıkıyor. Yeni rejimde özgül ağırlığı olduğu varsayılan kişilerin de tasfiye edilmesi bu yüzden pek şaşırtıcı değil. Kendi sözü olmayan, özerkliği olmayan, lider dışında herkesin düşük profilli memurlara dönüştüğü bir yapıdan bahsediyoruz.
Dolayısıyla görevden almaların tek bir motivasyonu yok. Üretilen gerekçelerin tümü geçerli olabilir?
İddia edildiği gibi FETÖ ile bağlantılı güç odaklanmalarını sessizce tasfiye etmeyi de hedefliyor olabilirler. Halihazırda ittifak edilen yeni güçlerin rant ve prestij taleplerinin karşılanması, yeni güçlere alan açılması için de bu operasyon yapılmış da olabilir. Şunu da vurgulamakta yarar var; artık içi boşalan yayılmacı neoliberal hizmet siyasetinin o büyülü, entegre edici çağrışımlarının yerine reislik kurumunun konulduğunu, görüyoruz. Bunun için kullanılan en kuvvetli argümanlardan biri de, “Sinsi iç ve dış düşmanlarca etrafı kuşatılmış bir ülke ve onun lideri!” Burada dışarıdaki düşmandan çok içerideki düşman önemli. Çünkü “yakınında olanını fark etmek çok daha zor” diye sunuluyor. Yakınına sokulmuş düşman algısı çok daha paranoyak, herkesi zan altına bırakacak bir kıvamda. İstifa ettirilen belediye başkanlarında olduğu gibi.
İstifa ettirilen belediye başkanları, yolsuzluk yapmadıklarını, başarılı olduklarını, neden istifa ettiklerini bilmediklerini söylediler ama son kertede lider istediği için, dava zarar görmesin diye istifa ettiklerini ifade ettiler. AKP’de bir davadan, ideolojik bir birlikten artık söz edilemeyeceği tespitlerini hatırlatarak soralım; Erdoğan’ın da istifalardan bahsederken sıklıkla vurguladığı dava kavramının bu denli öne çıkarılmasının örttüğü esas durum ne?
Bahsettiğim hizmet kavramının büyüsünü kaybetmesi aslında Ak Parti’nin veya İslami hareketin davasını ve (İbn-i Haldun’un kavramıyla belirtirsek) asabiyesini yitirmesi anlamına gelir. Hatta özellikle darbe girişiminden sonra bu davanın terk edilip başka bir şeyle ikame edildiğini söyleyebiliriz. Yani bu dava eski dava değil. Bu yeni dava eskiden olduğu gibi İslamcıların adalet ve hakikat davası değil. Asabiyesi ziyan olmuş, liderin merkezde olduğu, ekstra hukuki pratiklerin, yalanın ve kumpasların öne çıktığı, oldukça dünyevi bir gücü elde tutma davası. Kurulan yeni ittifaklar da bu yeni “dava”nın zorunlu bir tercihi gibi görünüyor. Milletin istikbalinin, liderin ve partinin istikbaliyle özdeşleştirildiği bir dava.
Çünkü batının sinsi güç odakları lideri güçsüzleştirmeye, devirmeye çalışıyor. Bu kısmen doğru olabilir ama burada tuhaf bir durum var. “Liderimizi istemiyorlar!” Evet ama senin liderin de başkalarını istemiyor. Bir güç savaşı içinde devletlerin ve başkaca grupların çatışmasına tanıklık ediyoruz Ortadoğu’da ve dünya ölçeğinde. Bu bir olgusal gerçeklik. Fakat Türkiye de bunun bir parçası. Diğer yandan, gerçekten Avrupa, Amerika, İsrail vs diye anlatılan bölgesel ve global güçlerin bir kumpası varsa Türkiye’ye karşı, bu içi boş bir antiemperyalizm diskuruyla savrulabilecek bir şey değil. Burada sahte bir antiemperyalizme savaş vurgusu var çünkü kapitalizme, mülk rejimine ilişkin bir eleştiri yok, tam aksine giderek mülk biriktiren, güç biriktiren bir rejimden bahsediyoruz. Kapitalizmin mülkiyet rejimine ve devlete herhangi bir itirazı olmadan, içi boş antiemperyalist, anti kolonyalist garbiyatçı bir söylem söz konusu. Ve bu hiç inandırıcı değil.
Muhalefetin belediye başkanlarının görevden alınmalarına karşı öne çıkardığı “bu müdahale hukuki/yasal değil” ve “seçmenin iradesi gasp ediliyor” savunusunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 7 Haziran sonuçlarının veya Anayasanın bile tanınmadığı bir konjonktürde hukuktan, seçmen iradesinden bahsetmek, kuvvetli bir argüman mı?
Evet, muhalefet özellikle son üç seneden beridir, sürekli “bu yasaya uygun değil”, “bu demokratik teamüllere uygun değil” söylemiyle, meşruiyeti hep yasa üzerinden arayageldi. Oysa karizmatik liderlikte meşruiyet liderin sözünde aranmalı, yasada değil. Böylesi bir rejimde yasa, sözden sonra gelir. İşte TEOG’la ilgili düzenlemeler, gazetecilerin, ve siyasetçilerin tutuklanması... Yasaya göre hareket eden değil, harekete göre yasa çıkaran bir aklın öne çıkması söz konusu. “Yasa ve Anayasa bu işe ne der” değil, lider ne der önemli.
Hukuki ve siyasi alanda yasanın ve hak ve adalete dair normal prensiplerin liderin sözüyle ikame edilmesini çarpıcı bir şekilde popüler kültürde ve gündelik hayatta da görüyoruz. “Kim daha çok incelikli kumpaslar kuruyor, kim hangi oyunlarla düşmanını/ötekini alt ediyor” meselesi son dönemlerde çekilen dizilerde bile öne çıkıyor. Payitaht Abdülhamit, Diriliş Ertuğrul veya Söz, Savaşçı gibi militarist dizilerde Osmanlının veya Türkiye Cumhuriyetinin kumpaslarla, stratejik oyunlarla nasıl alt edilmeye çalışıldığının hikayeleri anlatılıyor. Bunun karşısında da işte Vatikan’da gizli adamları olan, İngiliz sarayına ajanlarını sokabilmiş çok güçlü kurtarıcı Abdülhamit imgesi var. Toplumun yarısının dışlandığı, depolitize edilerek özel alana kapatıldığı bir ortamda yasa, prensip, ilkeden çok stratejik oyunlar, kumpaslar ve yalanların öne çıkması bu dönüşümü resmediyor.
KENDİ TERCİHİNİ MİLLETİN TERCİHİ OLARAK KURAN İDEOLOJİK BİR MANİPÜLASYON SÖZ KONUSU
Malumunuz attığı her adımı anketlerle ölçerek attığı iddia edilen bir Erdoğan imajı çiziliyor. AKP’li yazarlardan öğrendiğimize göre, belediye başkanlarının tasfiyesinde de aynı yöntem izlendi. Aynı yazarlar, belediye başkanlarının istifa ettirilmesinin yansımalarının ölçüldüğü son anketlerde tabanın, istifalara gerekçe gösterilmemesini onaylamadığını yazdı. Erdoğan’ın istifaları milletin talebi olarak sunduğunu anımsatarak soralım; her şey anketlerle halka danışılıyorsa ve 2019’u almak hayati önemdeyse, neden istifalarda ısrar etti?
Evet, anketler üzerinden, her şeyi millete sorarak rotasını belirlemeye çalışan rasyonel lider imgesi var, bir taraftan da olur olmadık yerlerde olur olmadık açıklamalar yapan ve bugün söylediğini yarın yalanlamak durumunda olan bir lider de var. Burada millet, fiziksel olduğu kadar imgesel ve hayali bir kategori. Ve o kategori çoğunlukla sosyolojik bir gerçekliğe tekabül etmiyor. Seçimden seçime oy kullanan, veya anketten ankete fikri sorulan, meşruiyetini sağlayacak bir onay mercii olarak görülüyor. Onay mercii ama karar verici değil. Kendi tercihini milletin tercihi olarak kuran bir tür ideolojik manipülasyon söz konusu. Millete rağmen ve onun için karar veren, yanlış yapsa bile, hata yapması maruz görülen ve hatta hatalarını açık sözlülükle söyleyen, tıpkı bizim gibi olan samimi bir lider.
Tam da, “İstanbul’a ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum” ifadesinde olduğu gibi. Zira, kentlere geri dönülmez zararlar vermiş olmayı itiraf etmenin bir maliyeti olmuyor...
Evet. Üstelik hatayı kabul etmek büyük bir erdem olarak sunulabiliyor.
Millet (ya da toplum) inşa edilen bir şey, bunu unutmamak lazım. Sosyolojik olarak bakıldığında sivil alandan devletin bürokratik alanına kadar milletin tercihlerinin nasıl şekillendirildiğini, kanalize edildiğini hatırlatmak gerekir. Dolayısıyla modern çağda, devletten bağımsız bir toplum olamaz. Elbette bugünden yarına zihinsel manada yeni baştan bir toplum yaratmak çok güç. Ama bir taraftan da toplumsal gerçekliği olduğu gibi kabul ederek doğallaştırmak da muhafazakarlığı, statükoculuğu besleyen bir şey. Ben eleştirel bir sosyolog olarak, var olan toplumsal yapıların da dönüştürülmesi mümkün olan ve dönüştürülmesi gereken yapılar olarak görüyorum. Bu yüzden toplum ve devlet meselesine daha eleştirel bir yerden bakıyorum.
Dolayısıyla, eğitimli gençler, kentliler arasındaki AKP ve Erdoğan tercihlerindeki düşüş, buradan da açıklanabilir?
Bir yanıyla evet. Toplumsal alan o kadar dinamiktir ki yeni nesiller üzerinden yeni beklentiler, yeni tahayyüller şekillenir. Siyasal rejimler de zamana ve mekana bağlı bir şekilde bu şekilde dönüşür çünkü toplumun kendisi dönüşür. Yani toplum önceliklidir, devlet onun bir efekti olarak çıkar. Biraz daha Marksist bir yerden açıklamaya da getiriyor bu bizi; yani toplumsal güçler/üretici güçler değiştikçe toplumsal, kültürel kodlar, zihinsel yapılar ve siyasi tahayyüller dönüşüyor. Dolayısıyla siyasetle toplumsal gerçeklik arasında bir boşluk her zaman vardır ve o siyaset, toplumsal alanı tam olarak baskı altına alamaz, tam olarak onun kılcal damarlarına kadar sirayet edemez. Çoğunlukla da bu yapılar dışlanmışların örgütlü ve spontane mücadelesiyle dönüşür.
GRUPLAR ARASINDA MÜCADELELERİN SÜRDÜĞÜ SÜREÇLER, SIKINTISIZ İŞLEMEZ
İstifalarda, AKP’nin ittifak kurduğu yeni güçlerin rant taleplerine alan açma faktörünün etkili olabileceğini vurguladınız. Bu önemli. Ama diğer yandan bunun AKP içinde huzursuzluk yarattığına dair de yorumlar yapılıyor. Örneğin AKP milletvekili Şamil Tayyar, “devlet içinde FETÖ’den boşalan yere Perinçek tayfası yerleştiriliyor, FETÖ’nin alternatifi ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) oldu” diyor. Huzursuzluğun derinleşip derinleşmeyeceğine dair sizin gözleminiz ne?
Sürekli birbirinin ayağını kaydırmaya çalışan, sürekli bu grupla o grup arasında mücadelelerin yaşandığı ve bu mücadelenin bir kısmının basına da yansıdığı; bundan hoşnutsuz olan bazılarının tasfiye edilmesi meselesi sıkıntısız bir şekilde işleyen bir süreç değil tabii. Prensipler, ilkeler üzerinden şekillenmemiş bir rejimdeki siyasi ittifaklar da geçici, taktiksel ve stratejik ilişkilere dönüşüyor. Rejimin en temel paradoksu da bu.
GÖKÇEK VEYA TOPBAŞ’IN GÖNDERİLMESİ İKİNCİL, ASIL OLAN LİDERİN KENDİSİ
Tasfiyeleri yapma zorunda kalması ve sürecin türlü spekülasyonlarla uzun süre tartışılır hale gelmesi, Erdoğan’ın karizmatik liderliğine olumsuz etki ettiği, zayıflattığı yönünde görüşler var. Bir görüşe göre de hayır, tersine daha da domine etti. Zaten neticede isteği yerine getirildiği için karizmatik liderlik zarar görmez?
Bence de zarar görmez. Bu tekil meselelerden, yani şunun kovulması, bunun tasfiye edilmesiyle kendini tazelemiş görüntüsü veren bir iktidarın, liderin bundan zaiyatla çıkmasını pek beklemiyorum. Çünkü bir iktidarın yerinden edilmesi meselesi ancak geniş ve etkili bir toplumsal ve siyasal muhalefetle mümkün olabilir ve böyle bir durum da şimdilik söz konusu değil. Yoksa örneğin Melih Gökçek gibi ne Ak Partililerin, ne de Ak Parti dışındakilerin sevdiği bir şahsiyetin kovulması meselesi belli bir ölçekte sempati de kazandırabilir lidere.
Gökçek’miş Topbaş’mış, yasal olarak seçilmiş mi seçilmemiş mi, bunların hepsi ikincildir. Onlar bugün var yarın yok, asıl olan uhrevi bir mertebeye yüceltilmiş olan liderin kendisidir.
BÜROKRATİK ALANLARIN ULUSALCI VE MİLLİYETÇİ KADROLARLA DOLDURULMASI TERCİHTEN ÇOK, AYAKTA KALMA STRATEJİSİ
Belediye başkanlarının istifada ayak diremesi, yapılan spekülasyonlar, metal yorgunluğu, gençleşme gerekçelerinin kadrolarda kırgınlığa yol açtığının bizzat AKP’li yazarlarca dile getirilmesi, AKP’de ne tür bir krize işaret ediyor?
Bu süreç başından beri hiçbir şekilde şeffaf yürümediği için, sınırlı bir bilgiyle hareket ettiğimizin altını yeniden çizmek istiyorum. Ayrılanlarla kalanlar arasında fikri anlamda nasıl bir çözülme, farklılaşma veya çatışma söz konusu olduğu konusundaki değerlendirmelerin çoğu spekülasyon düzeyinde. Ancak, meseleye biraz daha tarihsel olarak baktığımız zaman, şöyle bir şeyi görebiliriz;
15 yıllık Ak Parti iktidarı, -Şerif Mardin’in de bahsettiği gibi “150 yıllık dışlanmışlığı politize ederek siyasal merkezi fethetmiştir” diyebiliriz. Ne var ki bu süreç Mardin’in beklediği gibi devletin demokratikleşmesine hizmet etmemiş; tam da bir önceki rejimin Kemalist elitleri gibi, İslamcı elitler de devleti kendi mülkleri haline getirerek, çokça eleştirdikleri 1930’ların Kemalist tek parti rejimin ötesine geçmiştir. Bu rejimde, belirli toplumsal kesimlerin suç işlemesine gerek kalmaksızın cezalandırıldığı, müphem bir yoldaşlık duygusu üzerinden bir tür “kader cemaatinin” oluşturulduğuna tanıklık ediyoruz.
Bu noktada İbn-i Haldun’un asabiye kavramı üzerinden bize açıkladığı “oluşum-çürüme diyalektiği”, Ak Parti’nin temsil ettiği siyasal İslam’ın dünyevileşmesi, kentlileşmesi ve zenginleşmenin artması ile İslami dayanışma ruhunun parçalanması, geleneksel ittifaklardan koparak milliyetçi ve ulusalcı kesimlerle kurulan başka ittifaklara geçişi anlamamız için bir çerçevece sunuyor.
İbn-i Haldun, 14. yüzyıldan bugüne nasıl bir ışık tutuyor?
İbn-i Haldun’a göre, güçlü toplumsal dayanışma ruhuna, yani Asabiye’ye sahip olmak ve karizmatik bir liderlik etrafında kenetlenmiş bir toplumsal tabanı yaratma durumu, hem söz konusu kimliğin iktidarı ele geçirmesinin olasılık koşulu, hem de bu siyasal oluşumun çürümesinin asıl müsebbibidir. Çünkü popülist lider etrafından organize olan rejimin, liderin ve etrafındaki kadroların aşırı güçlenmesi ve nihayetinde geleneksel kadroların ve tabanın içinden ve dışından yeni yandaş elitlerin ve çıkar gruplarının liderin etrafında peydahlanması, geleneksel tabanda bir hoşnutsuzluğa ve akabinde içerden bir iktidar mücadelesine alan açar. Kentlileşme, zenginleşme ve orta sınıflaşma “kader” cemaatinin değerlerini maddiyat ve prestij ile ikame eder ve dolayısıyla ortak ruhun örselenmesine ve yabancılaşmaya sebep olur. Bu da lideri kendi cemaati ya da kabilesi dışından başkaca yeni yandaş gruplarla stratejik ittifaklara zorlar demektedir. Oldukça çarpıcı bir analitik çerçeve değil mi?
Bu çerçeveden bakıldığında, sunu görüyoruz: 14 yıldır hükümet eden ve bunun sonucunda zenginleşen ve dünyevileşen iktidarın yeni elitleri, hizmet kavramının büyülü gelecek vaadinin sönümlenmesi sonucunda kendi eski kadroları, ittifakları ve tabanı içinde artan sosyal ve simgesel eşitsizlikle bozulan dayanışma ruhunu tamir etmek ve sosyal bedeni yeniden kenetleyerek liderliğini tahkim etmek için, kendi İslamcı kimliğinin sınırlarını aşan yeni bir büyülü anlatıya ve yandaş milliyetçileri ve ulusalcıları saflarına çağırabilecek bir milli birlik ruhuna (duyguya) ihtiyaç duyuyor denebilir. Ak Parti’nin son dönemde İslamcı evrensellikten kopuşu, cemaatin bürokrasiden temizlenmesi ve Ak Parti’nin eski kurucu-kadrolarının partiden tasfiyesi, bu bürokratik alanların ulusalcı ve milliyetçi kadrolarla doldurulması, buradan bakıldığında bir tercihten çok, bir ayakta kalma stratejisi olarak görünüyor.
Dolayısıyla bu strateji, barındırdığı zorunluluklar ve kırılganlıklar nedeniyle onu zayıflatan da bir strateji?
Evet bu durum, Haldun’u çerçevesinden bakarsak, rejimi oldukça kırılgan yapmaktadır. Bunun ötesinde, karizmatik liderlik birleştirici olduğu kadar bölücü, pragmatik olduğu kadar irrasyonel olabilmektedir. Buna benzer Max Weber liderlik ve meşruiyet meselesine çokça mesai harcamış çok önemli bir sosyologa göre, reis, çoğunluğun gerçek endişe ve beklentilerine hitap etme konusunda her sınanmada/krizde kendi mucizevi rüştünü ispat etmediği zaman, liderin dayandığı tabanın asabiyesi zedelenir. Lider, kitlelerin kalbindeki büyüsünü kaybederek sıradanlaşabilir ve böylece onların şartlı desteğinden olabilir. İsmini zikrettiğim tarihsel sosyolojinin iki büyük ismi bize bunu demişlerdir.
İYİ PARTİ, ORTA SINIF MİLLİYETÇİ- MUHAFAZAKARLARIN DİKKATİNİ ÇEKEBİLİR
Akşener liderliğindeki İyi Parti kuruluşunu ilan etti. Programına, söylemine baktığınızda ilk tespitleriniz ne oldu? AKP’yi sarsabilir mi?
İbn-i Haldun bahsettiği, çürümüş rejimi restore edecek, asabiyesi daha güçlü bir kabilenin, bir hareketin buradan çıkıp çıkmayacağını bilmiyoruz. Bekleyip görmek lazım. Bu hareketin seçtiği sembolün de bir kabile sembolü olması işin ironik hikmetidir. Şimdilik şunu diyebiliriz. Akşener ve ekibi milliyetçi harekat içinde daha çok orta sınıflaştırılmış kentli seküler milliyetçileri temsil ediyor gibi görünüyor. Bahçeli’nin daha taşralı, daha eğitim düzeyi düşük çeperden destek göreceği öngörülebilir. Yani farklılaşma- çatışma programsal olmaktan çok, mekansal ve sınıfsal olarak var ve bu farklılaşmanın siyasal tercihlere yansımasını referandumda sonuçlarında gördük. Dolayısıyla Akşener’in biraz bu orta sınıflaştırılmış milliyetçi muhafazakarların dikkatini çekecek bir yapı ortaya çıkarabilmesi kuvvetle muhtemel. Ve sadece Ak Parti ve MHP’nin eğitimli orta sınıflaştırılmış İslamcı veya milliyetçi kesimlerinin değil, aynı zamanda CHP içinde de ulusalcı üst orta sınıfların ve merkezi mahallelerde yaşayan eğitimli genç nesillerin oyunu alma kapasitesine sahip.
Programına baktığımız zamansa gördüğüm şey şu, üstündeki İyi Parti’yi çıkarıp yerine CHP’yi veya başka bir partiyi koyduğunuz zaman bir fark göremiyorsunuz. Kürt meselesi Güneydoğu sorunu olarak tarif edilmiş, Alevilere bir tane merkez kurulacak vs. Parlamenter rejimi restore etmeye çalışan bir yapı görüyoruz. Kısmen anayasa, hukuk, medya özgürlüğü gibi birkaç nokta olsa da, genel olarak oldukça dikkatli konumlanmış. Bu yönüyle yarın öbür gün var olan rejimle ittifak kurabilecek bir esnekliğe sahip.