Siyaset Bilimci Öney: Erdoğan-Putin görüşmesi Batı'ya mesaj
Siyaset Bilimci Sezin Öney, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in görüşmesini Evrensel'e değerlendirdi.
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in bir gün içinde üç ülkeye birden gerçekleştirdiği ziyaretler dikkat çekti. Sürpriz bir şekilde Suriye’ye giden, ardından Mısır’a uğrayan ve son olarak da Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşen Putin’in Ankara gündeminde Suriye politikası ve bölgedeki gelişmeler vardı.
Ziyareti Evrensel’e değerlendiren Siyaset Bilimci Sezin Öney, görüşmesinin iki ülkenin ilişkilerinden ziyade, ABD başta olmak üzere, Batı’ya mesaj verme amacını taşıdığı görüşünde.
Putin, Ankara’ya gelmeden önce Suriye, ardından Mısır’a yaptığı ziyaretlerin ardından geldi. Putin, bu ziyaretlerine ilişkin neler diyeceksiniz?
Her şeyden önce, Rusya’nın Ortadoğu’da ve Akdeniz’de, Sovyetler sonrası (hatta Sovyetlerin 1970’lerinden beri) ilk kez bu kadar aktif rol üstlendiğini söyleyebiliriz. Tarih kitaplarımızdaki o çok klasik klişe, “Rusya’nın sıcak denizlere inmesi” ironik biçimde gerçek oluyor: üstelikle de, Türkiye’nin desteğiyle.
Bu sorunuza, Rusya açısından bakarak ve bu ülkenin, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de gücünü nasıl konuşturabileceği (ve konuşalabileceğini) tartarak yanıt vereyim.
Rusya (ve daha önce SSCB), Suriye’nin 1971’de beri müttefiki olan Suriye'nin “ricası” ile bölgeye ciddi bir dönüş yaptı. Eylül 2015’te Suriye’ye yapılan askeri çıkış, Ukrayna’da devam eden savaştan dikkatleri uzaklaştırmak için algısal bir adım gibi gözüküyordu.
Derken, Rusya bugüne kadar, “kalıcı” bir statü elde etti. Şimdi de, “geri çekildiklerini” söylüyor. Bu noktaya, sonra gelelim...
Rusya, hava kuvvetleri ile “topa girmeden” evvel Esad rejiminin yaşam şansı çok daha düşüktü. Ancak, Eylül 2015’ten Aralık 2017’ye kadar olan süreçte, Rusya’nın hava kuvvetleri ve Spetsnaz (Özel Kuvvetleri) olarak adlandırılan güçler, Esad rejimi ile koordinasyon içinde, özetle “anti-Şam” olarak nitelenebilecek kara gruplarına geri adım attırdılar.
Rusya’nın müdahalesi olmasaydı, bugün Esad rejimi hala Suriye’de başlıca taraf olur muydu; bence, açıkça ve net biçimde hayır.
Ama şu da var; bu müdahale olmasaydı biz de Rusya’yı bugün uluslararası ilişkilerde bu kadar konuşuyor olur muyduk? Onun da yanıtı hayır...
Bizim gibi, Suriye Savaşı'nın yarattığı yıkımın üzüntüsünü ve derdini yaşayan nesillere değil de, tüm bu liderlerin güç savaşının sonucu “sıradan insanlar” ne hale düştü; herhalde, siyaset bilimciler, tarihçiler ve edebiyatçılar, bu konuları daha çok yazacak .
‘RAKİPLİK İLİŞKİSİNİ ‘İYİ İLİŞKİLER ŞEKERİ’YLE KAPLAMAK’
Erdoğan ve Putin yaptıkları görüşmenin ardından yaptıkları açıklamaları iki ülke açısından değerlendirmeniz nedir?
2017’de Putin ve Erdoğan’ın 7. buluşması oldu bu. Yani, ortalamaya vurursak her 1,5 ayda bir görüşmüşler; tabii düzenli bir sıklıkla değil, son dönemde neredeyse her iki haftada bir buluşuyorlar.
Vitrinde, Suriye'deki savaşın noktalanması ve S-400 füzelerinin satışı var. Kamera önünde de sıcak mesajlar veriliyor; tabii, Putin gibi “poker ifadesine” sahip bir lider ne kadar sıcak görüntüler verebilirse...
İşin latifesi bir yana, Putin’in Ankara ile olan diyaloğu aslında önümüzdeki dönemde başka ülkeler tarafından örnek alınabilir ve bence alınıyor da...Açıkçası, bunun da Ankara’nın ve Türkiye’nin ne kadar çıkarına olduğuna emin değilim. Bu politika daha çok “yüze gülüp, nabza göre şerbet verip bir rakiplik ilişkisini iyi ilişkiler şekeriyle kaplamak” anlamına gelebilir.
Diyeceksiniz ki, “zaten ülkeler arası ilişkiler hep böyle değil mi?”. Elbette, uluslararası ilişkilerde Rusya da, diğer ülkeler de “Hilâl-ı Âhmer” değiller-yardım kuruluşu gibi başkalarını için değil, kendileri için çalışıyorlar.
Ancak, Rusya ile olan ilişkimiz, “post-ilkesellik” çerçevesine oturuyor. Bununla kastim şu: hiçbir ideolojik, kurumsal, hukuki ve zımmî ya da resmî ortaklığımız yok Rusya ile...
İlkeler, normlar, hukuk veyahut ideoloji ile çerçevesi belirlenmiş bir ortaklık, partnerlik, diyalog kurmadık.
Şu an “domates ihracatı ve S-400 ithalatı” arasına sıkışmış bir ilişki ekseni var. Bir aks oturmaya niyetlenen de, bu aksın hattını sadece Kremlin ile zaten bir alakası olmayan [konu uzmanlarının bileceği biçimde] Aleksandr Dugin “Avrasya söylemleri” dışında yeni bir şeyle doldurmaya çalışan da olmadı. Ve hatta, 2012’de Ahmet Davutoğlu’nun şu sözlerini anımsayalım: “Rus gelinlerin sayısı artsın istiyorum. Rus gelinler, Türk aile yapısına çok uygun”. Daha da açmak gerekirse; Rusya’da Dugin’in Türkiye’de “kullanışlı hale” getirdiği biçime bir bakıp, öte yanda Rusya olarak, kendi istihbarat, dışişleri, danışman, uzman kapasitemin dil bilgisi, yeteneği, liyakatına bakmak da-gerekebilir...
“Post-ilkesellik”, “post-ideoloji” tarzı bir uluslararası ilişki kuruyorsanız; hiçbir mukavele, kontrat, norm, ilke ile “sözde” ve tabii kağıtta bağınız yoksa, o zaman da, eğer hazırlıklı değilseniz sorun çıkabilir.
Her iki ülke açısından da bu görüşmeler, kendi ikili ilişkilerinden çok ABD başta olmak üzere, Batı dünyasına mesaj verme amacını taşıyor. Ama üslup ve içerik farklarıyla: Türkiye tarafında, “yüzüğü attım, başkasınınkini takıyorum” mesajı vermeye çalışan mahalle genci havası var. Bir tür evlilik programı gibi yaşıyor dış politikasını Türkiye; S-400’lerle ilgili verilen mesajlar örneğin öyle ki, sanki mobilyacıdan yeni nişanlıyla çeyize kanepe alınıyormuş gibi ifadeler var.
Bir kere zaten, bugün harekete geçilmiş olsa, 2020’den önce hiçbir biçimde Türkiye’de operasyonel hale gelmeyecek bir sistemden bahsediyoruz.
‘S-400’LERİN SATIŞI SÖZ KONUSU, ORTAK ÜRETİMİ DEĞİL’
Rusya ise bu konuda daha temkinli. Bir yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediklerini ters düşecek bir ifade kullanmak istemiyorlar; öte yandan ise, satış konusunda net tutum ortaya çıkmış değil. Rus uçağının düşürülmesi, Rus büyükelçinin öldürülmesi, Türkiye’nin Ukrayna ve Kırım konusundaki politikaları bazı askeri ve savunma karar alıcı çevreleri, uzmanlar ve tabii kamuoyunda “düşündürücü” bulunuyor ve son kertede, satış işi gerçekten Rusya’nın çıkarına mı bu konuda da son karar verilmiş değil.
Rusya devlet savunma sanayii şirketi Rostekh Genel Direktörü Sergey Çemezov, Kasım başında Türkiye ile imzalanan S-400 hava savunma sistemi anlaşmasının tutarının 2 milyar doları aştığını açıklamıştı. Çemezov ayrıca, “Sevkiyat, kredi meselesi halledildikten sonra çözülecek. Halihazırda kredi görüşmeleri sürüyor. Görüşmeler çerçevesinde S-400’lerin satışı söz konusu, ortak üretimi değil” gibi de ince ince durumu “pazarlığa” çeken ifadeler kullanmıştı.
Klasik müttefiklik sisteminin (ABD’nin liderliğinde Batı İttifakı ve dünya genelindeki müttefikleri) çatırdadığı bu dönemde, “S-400 füzeleri vakası” aslında, bir savunma sanayii ürünü olmaktan öte, Rusya’nın bir dış politika aracı olarak nasıl karşımıza çıkıyor; aslında oturup bunu analiz etmemiz lazım. Suudi Arabistan ve Hindistan da, S-400 müşterileri ve (Türkiye’yi de katarsak) bu üçlünün toplamda en az 15 milyar dolar harcayıp ne alacakları da meçhul. Ama belki zaten mesele, S-400’lerin kendisi değil; “dostların alışverişte görmesi”.
Açıklamalar gelir gider; asıl mesele, bu bölgede “dış politikayı, taktikten stratejiye evirebilecek” bir ülkenin olup olmayacağı. Kremlin, kendini bölgenin “stratejik oyun kurucusu” olarak yeniden tanımlamak istiyor: Bir yanda, İran, Suriye ve (devlet dışı aktör) olarak Hizbullah var. Öte yanda da, Mısır, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi birbirleri içinde çatışan, çelişen aktörler. Kaldı ki, bu son saydıklarım, kendilerini Ortadoğu'nun lideri olarak da konumlandırmak istiyor.
Rusya açısından bir seçenek, İran-Suriye-Hizbullah ve Rusya ortaklığı ile “küçük” oynamak olabilir. Diğer seçenek, bu aksı da tutarak, ABD’nin yarattığı boşluktan yararlanıp, Mısır-Katar-Suudi Arabistan-Türkiye (ve Körfez ülkelerini) beraber ortak tutup, birbirleri ile fiili ortaklıklar kurdurup, aynı zamanda bu ülkeleri birbirine karşı oynamak olabilir. Yani Rusya, “büyük” de oynayabilir; ki, Çarlık ve Sovyet geçmişine bakınca bu dünyanın en büyük ülkesinin doğasında zaten büyük oynamak var.
Dostoyevski’ye atıf yaparsak, “kumarbazlık” ise mesele, “küçük” veya “büyük” oynamak arasında da fark var mı bilemiyorum. Kumarbaz romanından alıntı yaparsak: “Kendisini ‘küçük oynuyorum’ diye savunan bir kumarbaza, ‘küçük olması daha kötü ya, tutkularınız da küçük demektir’, diye yanıt veren karnı tok, sırtı pek, geleceğinden endişesi olmayan bir felsefecinin bu düşüncesini her zaman budalaca bulmuşumdur. Sanki küçük tutkuyla büyük tutku arasında bir fark varmış gibi!”
Önemli olan, Rusya’nın Ortadoğu tutkusunun devam edip etmeyeceği. Yoksa “küçük oyun” tercihleri “büyükleşebilir”; mesele bir kez oyuna girmek, girince masada kalmak. Tercihinin de ne olduğunu da yakında göreceğiz. Göreceğiz diyorum: ama okuyabileceğiz mi bilemiyorum...
Ankara tarafında, bu “mahalle ruhu”; “evlilik programı tarzı” kendi mismini evrenine odaklı, kifayetsiz muhteris bakış oldukça bilemiyorum...
‘RUSYA, ORTADOĞU VE DOĞU AKDENİZ’DE ABD’NİN AÇIĞA DÜŞTÜĞÜNÜ DOĞRU OKUYARAK BÖLGEYE MÜDAHİL OLDU’
Putin-Erdoğan görüşmesinin bölge ülkeleri ve ABD açısından değerlendirecek olursanız neler söyleyeceksiniz?
Bölge genelinde bir “Amerika bıkkınlığı” var; yaklaşık 15 yıldır bölgenin “11 Eylül”ü kabusunu yaşadığını söyleyebiliriz. Ki bu tarih elbette daha gerilere de çekilebilir. Ama 11 Eylül 2001’i bir milat olarak alacak olursak, aslında ABD tarafından o saldırıya verilen tepkiler ve bu tepkilerin sonuçlarını yaşıyoruz hala. 11 Eylül’de Usama bin Laden, el Kaide ve “ev sahipliği” yapan Afganistan’daki Taliban’a verilen askeri tepkinin çok ötesinde Başkan George W. Bush’un, 2003’te ABD’nin Irak’ın işgalinden bahsediyorum.
Rusya, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de ABD’nin açığa düştüğünü doğru okuyarak bölgeye müdahil oldu.
Bu açığı okumak da çok zor değil: Trump, zaten bir alem. En azından ne alem olduğunu, New York Times’daki, 9 Aralık tarihli “Trump’ın saati saatine kendini korumak için savaşı” başlıklı haberi ile, ABD liderinin yakınında çalışan ve konuşmaktan çekinmeyenlerce aktarıldığı biçimiyle, bilebiliyoruz: Günde, 8 saate kadar televizyon başında ABD’nin bu başkanı.
Daha da ötesi, kişisel bilgilere dayanarak, ABD Dışişleri Bakanlığı konusuna geçelim: Türkiye'nin de dahil edildiği yaklaşık 90 ülkelik bir “bölgeye” bir kişi bakıyor. Zira, Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, “konuya hakim olamamış vaziyette” ve ötesinde de, Trump ile arası “iyi değil”. Şimdi, CIA Başkanı Mike Pompeo’nun Tillerson’un yerine geçeceği söyleniyor ama bir yanda da, Tillerson’dan “işin başındayım” ifadeleri geliyor. Böyle bir ABD, böyle bir Beyaz Saray var karşımızda; daha doğrusu karşılarında.
‘KAMUOYUNUN KUTUPLAŞMA ÖTESİNDEKİ GERÇEK NABZINI TUTMAK ZOR’
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti, epey bir süredir, dış politikadaki gelişmeleri ve yaptıkları diplomatik görüşmeleri iç siyaset için kullanıyor. Bu bağlamda Putin ziyaretinin iç siyasete yansımasına dair öngörünüz nedir?
İzninizle bu soruya da, Rusya penceresinden bakarak yanıt vereceğim. Zira, Türkiye’de kamuoyu araştırmaları olaylardan ve politikalardan bağımsız olarak adeta buzul çağına girmiş de donmuş gibi gözüküyor. Evet; ciddi bir “kararsızlar” oranı var ve bu artıyor; ama genel olarak baktığımızda (kararsızlar dağıtıldığında), partilerin oy oranları olarak 1 Kasım 2015 genel seçimlerindeki manzaranın neredeyse birebir aynı bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu iki yılda, bir ülkenin on yıllarına sığabilecek kadar çok şey oldu ama seçmenler üç aşağı beş yukarı aynı yerde. Dış politikada da, Türkiye’deki seçmenler, kendi partileri her ne politika benimsiyorsa, onu aynen benimsiyor. O politika bugün “A” olabilir, yarın “Z” olabilir. Seçmen de, parti ile beraber yönelim değiştiriyor. Tabii, bunun da ardında yatan neden aşırı kutuplaşma. Bu tarz bir siyasi betonlaşma, bir gün hiç beklenmedik yerden de çatlak verebilir; bunu öngörmek zor ama medyanın bu kadar tek tipleştiği de bir ortamda, Türkiye kamuoyunun kutuplaşma ötesindeki gerçek nabzını tutmak zor. Türkiye’de halkın dış politika nabzı, Ayasofya’da namaz ve Trump’ı protesto için turp dişleyenlerin yarattığı sansasyon sisinin ardında bir yerde perdeli: ne anlama geliyor, bir anlama geliyor mu bilemiyoruz...
O nedenle, biraz da ufkumuzu açması bakımından, Putin’in Türkiye ziyaretinin de bir parçası olduğu Ortadoğu politikası Rusya'da nasıl karşılanıyor asıl ona bakalım.
Rusya’da Levada Merkezi’nin sonbaharda yaptığı bir araştırmaya göre, halkın sadece yüzde 30’u, ülkelerinin Suriye’deki askeri operasyonun/varlığının sürmesini destekliyordu. Yüzde 49’luk bir çoğunluk ise, “burada duralım ve çekilelim” düşüncesindeydi. Bu oranların, Rusya’da medyada, Suriye'deki savaşa müdahil olma ve Ortadoğu’daki askeri varlığın, ülkeye büyük uluslararası güç ve prestij kazandırdığı yönündeki haberlerin son derece ağırlıklı biçimde yer almasına rağmen böyle olduğunu unutmayalım.
Aynı araştırmaya göre, kamuoyunun yaklaşık yüzde 60’ı Suriye’de ne olup bittiğini, Rusya’nın orada ne yaptığı takip bile etmiyor. Ve halkın yüzde 18’i, Suriye’de ülkelerinin ne gibi bir rol üstlendiğini yakından takip ettiğini söylüyor.
Şu an, Rusya’nın eli kazanan el: Floş Royal adeta. Uzakta bir yerde, Rusya sınırlarından uzakta bir savaş yaşanıyor, bu savaş Rusya’yı doğrudan etkilemiyor, kamuoyunun ilgi ve bilgisi az, medya bu konuda ters yönde algı yaratmıyor, müdahil olunan savaş ekonomiye zarar vermiyor, başlıca ‘düşman’ olan ABD’nin kendi iç sorunları boyunu aşmış, müdahil olunan bölgede herkes birbirine karşı Rusya’yı ortak görüyor ve dış politikalarında ilişki durumları “karışık”.
Bu denge(sizlikler)den ne mi çıkar?
Son kertede, kumarbazlar masadan çekilebilir; yani ABD ve Rusya- hatta ötesi; ama masanın kendisine ne olacak? Ve galiba da, Türkiye olarak, o bölgede, o masanın bir ayağıyız...
Son olarak, gene Dostoyevski ile bitirelim: “Kumarbaz” her kimse-coğrafyamızda bakış açısı şu olacaktır: “Yanına yaklaşmaya insanın korktuğu namuslu adamlara hiç katlanamam”.