Sen İstanbul'san Attila İlhan
'Olsundu bir şiir için, sevdiğine verdiği komünist bir şiir için, sevdiği kız için ‘Bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir...'
Gökmen ÖZCEYLAN
Kanatları parça parça bu ağustos geceleri
Yıldızlar kaynarken
Şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen
Sen
Eğer yine İstanbul’san
Yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
Pançak pançak şiirler tüküreceğim
Demek yine ben
…
Gece saat yine ilerlemiş. O kadar içmiş ki bu gece, saatin sabaha ne kadar kaldığına dair en ufak fikri bile kalmamıştı. Tünelden Galatasaray’a doğru giden yokuşu tırmanmaya çalışıyordu. Bacakları ise -dur kıvrıl şu köşeye- diyordu. Akla isyan eden bacaklarına söz geçirmeye çalışıyordu. Şu eli de cebini bulmayı bir başarabilse, kalan tek dal sigarasını içmekten başka bir düşüncesi yoktu. Sadece aklı ayaklarına değil, ellerine de hükmü geçmiyordu. Son bir gayretle daha uzandı cebine ama bu arada bacakları özgürlüğünü ilan edip, dizlerini kırarak yere bıraktı kendisini. Yolun tam ortasındaydı ve şu andaki en önemli sorunu cebindeki o tek dala uzanamamasıydı.
Direnmedi daha fazla oturdu olduğu yere. Kollarına ve ayaklarına hükmü geçmiyorduysa da aklı hâlâ sağlamdı. Ne ara bu hale gelmişti hiç anlamamıştı. Bir şiir bu hale getirebilir miydi bir insanı? Ne saçma bir soru. Tabii ki bir şiir getiremezdi. Ancak o şiir suçluydu. Mahkum edilmesi gereken, cezaevine girmesi gereken, okuldan atılması gereken o şiirdi. İnsan sevdiği kıza bir şiir verdi diye okuldan atılır mı ya… Şiir vermek mesele değildi de sonrasında savunma istediklerinde o çıkışı … Vay be! delikanlı bir çıkıştı eyvallah da, sonunu düşünmemişti galiba. Yoksa bu halde bulur muydu kendini.
Olsundu bir şiir için, sevdiğine verdiği komünist bir şiir için, sevdiği kız için ‘Bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir.’*
Fakülteden çıkarken arkadaşları vedasında -‘Haydi yolcu Abbas’ * bütün dünya artık senin demişlerdi ya. -O gün ne kadar güzel ve romantik gelmişti her şey. Evet! o şiir suçluydu ve okuldan atılan, o olmalıydı. Gözaltına alınan, işkencelerden geçirilen…
Off ya! -yine saçmalıyorum- dedi kendi kendine. Ama şu sigarayı bir çıkarıp yakabilse saçmalaması da bitecekti belki. Şu lanet olası her saniye yeri değişen cebine bir ulaşabilse. Uzandı tekrar pantolon cebine doğru. Bağdaş kurup oturduğu için eli cebine girmiyordu. Bir ayağını uzatıp cebinin ağzını açması gerekiyordu. Gücünü toplayıp bunu başarmalıydı. Dizini düzleştirmek için son bir çaba daha sarf etti. Ama dizi açılırken cidden çok ağrımıştı. Hafifçe dengesini yitirip, sola doğru yan yattı. Hemen toparlandı. -Lanet olsun bu cebinde değildi sigara.
Bu şehir, sabahları trafiğine, havasına, curcunasına küfürler savurduğu, geceleri sokaklarında mohikanlar gibi dolandığı, taptığı, bu şehir. En az o şiir kadar suçluydu.
Mont cebi aklına gelmişti. Elleri en son üşüdü diye içine girdiğinde eli değmişti sigaraya. Hatırlıyordu işte. Her şeyi hatırlıyordu. İstanbul’un her sokağında kendi şehri gibi dolaştığı günleri, Geceleri duvarlarına sprey boyalarla yazdıkları sloganları, yazamadıkları şiirleri, vardiyadan çıkan o işçilerin gözlerindeki mutsuz yorgunluğu, uzaktan gelen siren seslerine karışan ezan seslerini.
Evet, başardı cebini bulmayı. Çıkardı cebinden o tek dal sigarayı. Koydu ağzına zorla.
Öyle bir güzellik hayatında hiç görmemişti ki. Nereden bilecekti bu güzelliğin onu şu anda Taksim’in göbeğinde yolun tam ortasında, bedenine hükmü geçmeyen bir şekilde gecenin bu saatinde kalakalmasına sebep olacağını. Evet! suçlu şiir değildi. Suçlu İstanbul da değildi. Suçlu oydu. Piraye’ydi. Onu daha okulun ilk kayıt masasında görmüştü. Başka bir bölümde üst sınıfta bir öğrenciydi. Kayıt masasına yeni gelen öğrencilere gönüllü yardım ediyordu. Onu orada gördüğünde içinde bir şeyler başlamıştı. Sonra her gün bir yol bulup yolunu kız yurdunun önüne çıkartıyor. Girdiği dersleri takip ediyor, o sınıflardaki bütün alakalı alakasız derslere kayıt yaptırıyordu. Belki kendisi tek bile değildi. O okulun ilk günü, o kayıt masasına gelen kaç genç kim bilir bu kızı aramış, peşine düşmüş, kara sevdaya tutulmuştu. Ama şanssız kişi oydu. O bir yolunu bulup kendini fark ettirmeyi başarmış ve onunla muhteşem denebilecek iki ay yaşamayı başarmıştı. Ve o iki ay şimdi kendisini bu Taksim’in ortasında dibin en dibinde bulduğu bu hale götüren yolun başlangıcı olmuştu. Evet! suçlu Piraye’ydi onu içeri almaları lazımdı. Ona o işkenceler yapılmalı ve onu okuldan atmalıydılar.
Lanet olası sigara ağzında yanmadan kalmıştı. Şimdi de yeni bir mücadele daha vermesi lazımdı. Tekrar elleri cebine ulaşabilmeli ve cebinden çakmağı çıkarmalıydı. Bütün izlediği filmlerde o sahne olur ya; Filmde silah gösterilmişse bir sahnede, o silah bir şekilde ateşlenecekti. Bu sigara da ağza gittiyse mutlaka yakılacaktı. Ama bulamıyordu işte montunun cebini bulmuş ama içini aramış, taramış bulamamıştı. Bir tespih çıkmış, birde sönmüş sigara izmariti.
Geceleri İstanbul. Ne muhteşem geceler yaşamıştı aslında bu şehirde. Sadece bundan iki yıl önce bu sokaklarda yürürken bütün şehir onlarındı. Üç dost, üç ayrılmaz yürek. Tarlabaşı pansiyonlarındaki uykusuz geceler. ‘Şiire, aşka, kavgaya dair umutlu gelecek düşleri. İmtihan çığlıkları gibi geçen üniversite günleri. Tophane iskelesine uzanan gece sarhoşlukları. O gemiler, o gemiler… mazot tüküren dövmeli gemiler.’ *
Her gece sigarasına uzanabiliyor. Dostları da sigarasını yakabiliyordu. Ancak şimdi burada, Tünelin yukarısında, Galata yokuşunu henüz geçmişken, sokağın ortasında böyle oturmuş sigarasını dahi yakamıyordu. Ne ellerine ne de bacaklarına hükmü geçmiyordu. Sanki birisi olsa, bir dostu şu anda yanında olsa sigarasını yaksa bütün sorunları çözülecekti. Ama yoktu ve şu anda bütün kahrını, bütün ağrısını İstanbul un sokaklarına çıkarıyordu midesinden. Sigara da telef olmuştu. Ağzı yüzü kusmuk kokuyordu. Ve artık oturamıyordu da. Kendi kusmuğunda yatıyordu. Herkes suçluydu. O şiir, o aşk, o şehir. Kendisi hariç herkes. Bir de ona acıyıp ucuz bir pansiyona götüren bu sarhoş İstanbul taksicisi.
‘Eğer yine İstanbul’san
Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
Ulan yine sen kazandın
Sen kazandın ben yenildim.
Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim.’
*Atilla İLHAN, İstanbul Ağrısı’ndan